Shitty Christmas

Üstad der ya hani “Düşün, uzay çağında bir ayağımız, ham çarık, kıl çorapta olsa da biri'' diye; ben o ilk ayak hakkında pek iyimser olamıyorum doğrusu. Ay’ı tapulayacak kadar aptal ve tiksindirici zamanlardayız. Tamam, uzay araştırmaları yapan bilimsel kurumlar kurup, bu işe milyon dolarlar yatırıp, “demokratik” ülkeler arasında sidik yarıştırıyoruz, hatta uzaya maymunlar bile gönderiyoruz. Mükemmel! Ama Mars’ta canlı avına çıkan büyük uzay çağımızda, hala volkan külleri yüzünden veyahut bir günlük kar yüzünden uçakları kaldıramamak ne acaip, değil mi?!

Evet sayın seyirciler, uzay çağında olan ayağımız beni memlekete bir günlük kar sebebiyle tekmelemeyi başaramadı.

Oysa üstüne titrediğim, geberdiğim prensesimle kucaklaşmak, atlıkarıncaya binmek, Frida Kahlo’nun bıyıklı resimlerine dantel bakışlar atmak, Bandista dinleyip bira köpüklerine gelmek benim de hakkımdı. Onun yerine ne oldu peki? Şöyle: Dünkü kardan beri “n’olur lan iptal olmasın uçak”, “bu kar bu gece dursun” diye içimden diledim; sabah kalktım bilmem kaç kez havayollarına telefon ettim, uçağın bir saat rötarlı da olsa kalkacağı haberleriyle umutlandım. Sabah “buzlanma” nedeniyle güzide şehrimizin hızlı mı hızlı tramvayları da çalışmaz haldeydi; nasıl havaalanına gideceğim diye kara kara düşünürken, orada “taksi tutmakta olduğunu gördüğüm üç beş insanın ortasına atladım”, cebimde bozuk para yoktu. Tren istasyonunda iner inmez elimdeki yetmiş senti sıyahi kızcağızın eline tutuşturup, “abla valla bozuk bu kadar” diyerek ve utanarak valizleri sürükleye sürükleye koşar adımlarla istasyon yol aldım. Evet sayın seyirciler, tam ilk trene bindim ki, bir Almanca anons başladı, en sonunda bu anonsun “havaalanına gidemiyoruz, bir sonrakine binin” mealinde olduğunu idrak edebildim. Siz bir dili hiç konuşamadan onu anlamak zorunda kalmanın ne olduğu bilir misiniz sayın seyirciler?

İnsan zorda kalırsa, götü sıkışırsa herşeyi anlar.

Neyse, bu şanssızlık üstüne, havaalanına geldiğimde, gişedeki hanfendinin bana “uçuşlar iptal” demesi... Koydu mu bilmiyorum? Önce söylendim tabii, nasıl iptal, ben bugün İstanbul’a gitmek zorundayım, öyle şey olmaz derken, direkt “bilet ofisine” yollandım. Baktm ki benim homurdanmam, şanlı milletimin bağrış, çağrış, zırlayış ve ağlayışları karşısında bir hiç’miş. Ondan sonra da sus pus olup, Türk hava yolları sayın yetkilileri ve vatandaşlarımız arasında geçen heyecanlı konuşmaları dinlemeyi tercih ettim. Şaşkındım, şoktaydım, öylece kalakaldım. Neyse sonunda yatışan milletimiz, bilet değiştirmek için bir kuyruk mücadelesine girişti. Övünerek söylüyorum, ben bir saat sessiz sessiz dururken, onlarca insan arasından üçincü sıraya sinsice girmeyi başardım. Hehehe.

Bu başarı yine de bir kırkbeş dakika kuyrukta beklememe, yandan gelen siyahi bir abiyle sıramı vermeme mücadelesine engel olmadı. Milletin öfkesine rağmen çaldığı ıslıkla kendi keyfinden ödün vermeyen bilet gişesindeki kardeşimizin bana ilk sorusu “Türk müsün?” oldu. Cevaplaması ne kadar da zor... Hayır ben bir komünistim, demeyi çok isterdim sayın seyirciler. Fakat “Evet, niye benzetemedin mi?” diye bir soruyla kaşılık verebildim sadece. O da “yok valla hiç belli olmuyor” diyiverdi. Sanırım belki sessizliğim, belki de şok olmaktan kaynaklı Avrupai donukluğum, belki uzun saçlarım, kim bilir neden? Her ne ise Türk oğluna benzenmemiş olmayı çok da yadırgamadım. Ne bok olduğumu bir bilebilsem!

Sonrasında kar yüzünden tramvayların durmasından sebep uzun uzun dona dona valizlerim eşliğinde yürümemi, geldikten sonra buzdolabımın iflas edişinin içindeki tereyağın erimesiyle farkına varışımı anlatmaya gerek duymayacağım. Zira bu ara lanetler üzerimde dolaşıyor, uzay çağında olsa da bir ayağımız.

Bana kalırsa, bu uzay çağı, bu aslında asla tahmin edemeyeceğimiz bir sürü şeyin her zaman olma ihtimali ile dolmuş, kudurmuş beynimizi sinirbilim filan düzeltemez beyler, bayanlar. Ne kadar i-phone, ne kadar email, ne kadar pornogrofik tumblr imajı, ne kadar uyduruk Adnan ve Cüppeli Ahmet hoca videosu, ne kadar oyuncak, ne kadar GPS, ne kadar cep telefonu olursa o kadar sakatlanıyoruz işte. O koca tüketim dünyasının içine zerkettikleriyle, artık dış dünyadaki olasılıkları içsel dünyamızda hesaplamak, tahmin etmekten yoruluyor beynimiz, kafayı yiyor. Aburcubur, stresli, anksiyete dolu, korkak mahlukatlara her geçen gün daha da çok benziyoruz işte.

Kararım kesin: Yakında öyle sağlam oturacağım ki yerime, kimse beni uçuramayacak...

İşte böyle boktan bir Noel, Christmas, Weihnacht gecesi bu şehirde yalnız ve tutsak kaldım. Acıların çocuğu olarak koca karda bir tek kendi ayak izlerimi gördüm. Bilir misiniz, Noel sizin reklamlarda gördüğünüz mutlu aile – arkadaş resimlerinden çok başka birşeydir birçoğumuz için: Telefoncu ve internetçideki Hintli, Çinlidir; aynı kafede o akşam da karşılaşınca yalnızlıklarından utanıp birbirini görmezden gelen iki tanıdıktır Noel; karda kışta bir kamyonette hotdog satmaya çalışan Ortadoğuludur; havaalanında gece Mc.Donalds’ta hamburger siparişleri alan kolu dövmeli esmer kızdır; o gece sizin bulaşıklarınızı yıkayan, sizin çöplerinizden işine yarar birşey bulmaya çalışan Afrikalıdır; gece boyu taksi çalıştıran Türklük bilinciyle kuşanmış Lazdır. Noel o bildiğiniz beyaz Avrupalı’dan çok başka bir şey olmuştur artık.

Velhasılıkelam, bu yalnız ve karlı Noel gecesinde tek söyleyebileceğim şu: O kopardığınız, sonra süslediğiniz çam ağaçlarınız bir yerlerinize girsin de çıkmasın.

çağımızın anlam ve önemi

herşey başdöndürücü bir hızla. geri alıyorum. başlar bile dönmüyor. başımı elime alıyorum. başım ağrıyor.

herşey tanımlanamayacak durumda. uzaktan bir rüzgar silkeliyor. tanrılar birbiriyle acımasız rekabette. tüm tercihler ayrık ve bireye özgü ama bir türlü karar alınamıyor. bir türlü ayakta durulamıyor. başlar mı dönüyor yoksa ölüler mi sarmış ortalığı?

hep gülümsüyor kalabalık. sırıtıyor yan taraftaki kadın, okşuyor elleriyle yanıbaşını, şefkatli vücudunu karşılıksız teslim ediyor kalabalığa. ana sokaklar mağazalarla aydınlık, gecenin ikisinde bile duble espresso içilecek bir uykuya yatmış şehir, ara sokaklarda ağır ot kokusu, ağır içki ve kusmuk rengi. bilgisayarlar heryerde. bilgisayarsız biri özürlünün daniskası bikere.

anlamıyorum. bu olanları anlamıyorum. bir sene önceki, hatta üç ay önceki hallerin böyle farkındalığı. aklım başıma mı gelmiyor. aklım neden başımda olmalı. neden bu dünyanın benim yüzüme, mimiklerime, kıvrımlarıma diktiği sınırlarda kalmalı. sınırdan bir kez çıkan geri dönemez. bir uzay boşluğuna sığdırılmış koskoca bir varlık var. anlattıkça ufalan anlamın kuşattığı. bizler.

herşeyin hızı dediğimiz esasında bir tür ayakkabıdır. çoraplarınız olsa da olmasa da, başparmağınıza güvenmeli, serçe parmağınızı sempatikleştirmeli, koksa da koskmasa da o ayağı ona uydurmalısınız. görev insanı böyledir. her anda her koşulda kendini o duruma uyarlar. dünyanın döngüsüne gönülden yardım eden, her daim işe yarayan, sonsuz bir bağışçıdır o. takdir edilir, gıptayla bakılır. özellikle ayaklarından bahsedenler, onu kıskananlar pek çoktur. bunlar da olmasa nolurdu halimiz. bitmiştik. yani kafamızı altına sokacak bir çatıyı geçtim bir kere, ekmek bile bulabilir miydik sanki. aç kalırdık. susuzluktan büzüşürdük, osmoza tabii olurduk kesin. biz onlara özellikle de ayaklarına çok şeyler borçluyuz. napsak netsek ödeyemeyiz.

tüm dünyaya bir de yukardan bakmayı deneyin ey ahali. ne kadar da çiplere benziyoruz, su katılmamış devreler gibiyiz. baktıkça kafam karışıyor, şaşakalıyorum, kimin kondansatörü kimin endüktansının cebinde? anlamak namümkün. söyleyin, haksız mıyım?

sarıyer blues

tüm dünyayı dolaşıyordu hayalet. ve sarıyer'de meçhul bir ceset bulunuyordu. ana sayfalarda dolaşan hayalet sözcüklerimize daldı. onun kokusunu alan insanlık hep birden alkışlarla ellerini patlattı. sarıyer'de biri ustaca katledildi. ankara'da kararlar alındı ve çekirdekler fıstıklar eşliğinde çokça tartışıldı gündem. kimin aklına gelirdi, taksim kafeleri bolca nemalandı bu olanlardan.

demokrasiymiş hürriyetmiş sarıyer'deki adamın bu işlerle ilgisi kalmadı. kıyıya çekildiğinde içine su dolmuş bir sıçanı karşılar gibi karşıladılar balıkçıdan çıkanlar. üstüne rakı geğirdiler cesedin, ve dergi boyutunda bir gazeteyle kaplamak uğraşına girdiler. cesedin kapatılamayan gözlerindeki gülümsemesi tıp demiş burnundan düşmüştü, fiyakalı bir kapak güzeliyidin, o an sayfaları toplayıp gitmeyen bir gemi yerine kafana uygun bir şapka yapasım geldi. cesede saygısızlıktan birkaç yıl yemeyi benimki yemedi ancak, vazgeçtim.

ne diyordum, sarıyer'in tüm balık restoranları biraraya gelse ve benim en birinci süper ligimde top oynasalar seninle başedemez, hepsi küme düşerlerdi. ne anlam ifade eder şimdi bu dediklerim . olsun, pazarda domates seçerken çok da düşünmezsin işte, çürük kontrolü yaparsın belki elceğizinle. yanında şafii bir pazarcı kötü gözlerini diker üstüne ama abdest kaçar diye de dokunamaz sana. bir ben dokunsam diye türküler yakarım, elin afrikalısıyla dertleşip akraba çıkarım, yollarım peki nerelere çıkar? pazarcı bu ülkede bir türlü teşhis edilemeyen bir dilde, gırtlağına abanır da bir küfür sallar. o amcaoğlu gibi otobüs şöförü olamadığına yanadursun, ben de yanarım işte belki otuzumdan sonra sarıyer'de bir börekçide iyice tıkındıktan sonra geberememek bahtsızlığına. hiç derdim yokmuş da, her yerime rahatlık batar, böyle şımarık yazılar yazarım. işim yok gücüm yok o adam sarıyer'de ölmezden önce ne yer ne düşünür diye kafama takıp teselli bulurum.

l'enfer, c'est les autres

dünyanın en acaip duygularına girdiğiniz anlar, bir insan evladına gülegüle, hadi canım gömdüm, hoşçakal, astalavista, çav bebek dedikten sonra onunla daha beş dakka geçmeden "şans" eseri yeniden karşılaştığınız zamanlardır. o vatandaşın yükü "gülegüle" ile birlikte henüz kafadan silinmişken, bir ötekinden daha kurtuldum işte diye bilinçdışınız içten içe bayram ediyorken, onunla böyle çabucak beklenmedik şekilde karşılaşmanız afallatır. ne yapacağınızı bilemezsiniz, manasızca sırıtırsınız en belki, "hadi çabuk git, benden çok uzaklara fırla" diye dilersiniz içinizden. o gidene kadar bir tatsızlık hortumu sizi avucuna alıp, döndürür durur. modern insanın günaydını, iyi akşamları, nasılsını, merhabası, pardonu, afedersini hep böyle aradaki kilometrelerce mesafeyle varolan yabancılığa kondurulmuş gülünç süs eşyalarıdır. turşu kadar tatsız, acur kadar tuzsuzdur. hiçbiri sessiz bir eyvallahın bir tırnağı etmezler.

türkan şoray'ın gözyaşları

biyolojide en ilgi çekici şeylerden biri benim için "bu kadar tavuk yediğimiz halde neden tavuk olmadığımız" olana dairdi. buna karşın nedense almanlara domuz diyen almancı ahalisi, bunun sebebini onların domuz yiyor oluşuna bağlayabiliyordu. almancıların biyoloji bilmemesi anlaşılabilirdi ama o bol ucuz kırmızı kartonlu fındıklı çikolataları buldukları memleketin vatandaşlarını böyle çağırmaları pek nankörceydi. genetiği değiştirilmiş her birimizin bir zaman biyolojiye ihtiyacı olmuştur ya biyoloji eğitimi şarttır, ondan alınacak nice nice dersler ve ibretler vardır. ergenlikte kılların çıkışı ve oranın buranın büyümesinden tutun andropoza dek olan türlü vakıalar hep bu disiplinin önemini bizlere bir kez daha hatırlatmak içindir. börtü böceğe değerli hocaefendinin duyduğu bu muhabbeti boşuna mı sanırsınız?

almancıların bu "domuz" tabiri ve getirdikleri kumbaraların illa ki domuz şeklinde olması ile birlikte biyoloji ve sosyoloji arasında zuhur eden bu yaman çelişki benim kafamı iyice allak bullak ediyor, farklı okyanuslara yelken açmadan bu işin içinden çıkamayacağıma dair alarm sesleri kulağımı çınlatıyordu. bu seslerden olacak, derhal gözlerimi cin gibi kocaman açıp kalkıyordum, neyse ki o zamanlar uykuya pek sığınmadığımdan, hemen kalkabiliyordum. en çok da turgut özal'ın neden çayımıza radyasyon kattığı garipsetiyordu beni. radyasyon da neydi lan? ondan da beter olan şuydu: sürmeli gözleriyle türkan şoray'a benzeyen şu üç çatallı kılıçlı, sakallı adam ve aslanları önünde dedem ne diye eğiliyordu? on iki imam kimdi ve neden çarpardı? diyelim sokakta bir erkekle yürüdü diye boksör kesilip halama ağır siklet girişen ve çenesini çıkartan dedem kadar şiddetli mi olurdu acaba çarpışı? çok şanslıydık: dedem zenci değildi, ve onu izlemek için gecenin köründe uyandırılmaya ve televizyona hacet yoktu.

derken, ilk politik eylemim ben üç buçuk yaşındayken vukuu buldu: kızkardeşimi kundakta bebekken sırf turgutçuğa benziyor diye yataktan aşağı atmıştım, zira tıpkı onun gibi yanakları ve karnı tombik tombikti, ve tıpkı onun gibi çayıma o telafuz etmekte zorlandığım zehirden katabilir ve beni ebeveynimin biricik sevgisinden yoksun bırakabilirdi. liberallere karşı hiç dinmeyen gıcıklığım bundan olabilir. halamdan süt emer emmez, sırf göğüsleri halamınki kadar büyük değil diye annemi terkeyleyip, sütten kesildiğimi söylesem şimdi, kim bilir nasıl kullanacaksınız bu bilgiyi. hemen öyle obsesif nevrotikliğe sokup, başıma freud kesilip, kurt adamcılık oynamayın, rica ederim. ki, kurt adama, ona pek tatlı yaklaşan evin güzel hizmetçilerine, ve anal erotizme saygıda kusur etmeyiz, haşa.

ne diyordum. hah işte politik çalkantılarla dolu seksenli yılları anlatıyordum size, ülkede ne oluyorsa hep bu radyasyondandı. o zamanlar en büyük hayalleri tanju çolak ve kıvırcık gullit'in birlikte oynayabilme ihtimalleri süslerdi. herkes portakaldı, herkes hollandalı. köle izavura diye hatun vardı, zenci bir köleye aşkını ve efendi babasına karşı çıkışını sevmiştik onun. türkan şoray'la hiç alakası olmayan ama gölgelerin gücü adına olunca aslana dönen titreğiyle he-man vardı sonra. anam ne zaman bir hinlik yapsam ceyar derdi bana. ama ne diyarbakır vardı evimizde, ne işkence, ne de bir sürü kitap. zira evdeki kazayla "olaylara" karışmış liseli halamın tüm masum kitapları yakılmıştı - bir tek içinde nerdeyse her sayfasında başka bir herif tarafından (unuttum adlarını neydi? ve hangi mevsimdi örgütlenen?) sürekli "bacım" geçen hatıra defterini saklayabilmiş halam. defteri okuyabilecek çağa geldiğimde, halamın babamdan başka abileri, dedemin başka karıları mı var diye şüphelenmeye başlamıştım. aman allahım!

when you ain't got no money

"A lot of people here say, what is the blues? I hear people saying, the blues, the blues, the blues. Well I tell you what the blues is, when you ain’t got no money – you got the blues. When you ain’t got no money to pay your house rent, you still got the blues. A lotta’ people holla’ bout’ the blues saying ‘I don’t like no blues’, but when you ain’t got no money and you can’t pay your house rent and can’t buy you no food, you damn sure got the blues... because you are thinking evil...anytime you're thinking evil, you are thinking about the blues"


gregor samsa bir sabah uyandığında

telefoncuya gidersiniz. istediğiniz telefon kartını ingilizce almanca karışık sözcüklerle anlatmaya çabalarsınız. telefoncu hintli nihayet derdiniz anlar, "hah şu tip karttan mı bahsediyorsun" der ve "evet" diye sevinmişken siz, adam kahkahalarla gülmeye başlar ve ardından şunu ekler: "ondan bugün kalmamış" ve o minik sevinç kursağınızda öylece kalır. bir müddet adamın gülüşü kafanızda yankılanır durur ya..işte birşey okuduğumda, dinlediğimde, izlediğimde ya da yazdığımda aradığım duygunun rengi tam da bu. hani saçmasapan bir şekilde bir adamın pisipisine eşekler cennetine göçmesi gibi.. diyelim yoldan geçerken "eminem" diye bağırarak korsan CD satmaya çalışan bir garibanın karşısına dikilen bir öküzün "emine benim anamın ismi lan. bir daha ağzına alma, aklını alırım" demesi ve ardından satıcının bir kez daha "eminem, eminem, yok satıyor" diye inatla haykırması sonucunda tek kurşunla yere devrilmesi ve mevta olması gibi.. bu gerçek hikayeyi duyduğumuzda nasıl gülmek arzusuyla kendimizden geçeriz.. işte heryerimizi kuşatan bu "abzürdlük"ün acaip çekici şeytani bir yanı var. böyle hikayeler işittiğimizde, kahkahadan kendimizi alamıyorsak, bu kötü kalpliliğimizden filan değil orası kesin ama neden? aksine ne kadar müstehcen ve sinik olursa olsun, aynı zamanda gayet sempatik ve muzır bir tarafı var tüm bu gülüşlerin. şeylerin banal aptallığıyla çepeçevre sarılmış, kırılgan ince bir dal üzerinde durduğumuzu hatırlattığından belki..

dünya yuvarlaktır döner

pek hızlı ilerliyordu herşey. kafalar üzerindeki bulutlar sayısız hayallerle kaplıydı; güçlerini övüp durulan hayallerle, hastalıklı tatminsizliklere cevaplar arandı. bu cevapları en kolay süpermarket raflarında sunuyorlardı. eller bir kez dokunmayagörsün oralara, anında deterjan kokuyorlardı; patates kokmasın diye ama eller ya da yağ ve hamur mesela, donmuş gıdalara saldırılıyordu. bunun tersine eriştenin hamından ucuz makarnalar yaratan uyanıklar da vardı tabii. onlar uyanık oldukları kadar organikti ve sürekli değişen hava koşullarına veryansın ediyorlar, savaşta dökülen kana, kara çocuk cesetlerine ve ayı kürklerine, balinalara yapılan eziyetlerden içleri kalkıyordu, yerli yersiz öğürmeye pek alışmışlardı.

biri almanya'ya gitmişti, ama sürekli çin'i övüyordu. biri amerika'daydı, ama aldığı beşbin dolarlık kamerasıyla alaska'da fotoğraf çekme planlarını bar köşelerinde satmaya bayılıyordu. biri şarap mayhoşluğuna bir türlü alışamadı, ama ısrarla bağcılık yapmak düşleriyle etrafını aldattı. biri için hayatını değiştiren dönüm noktalarından biri, evine pizza getiren çocuğun "abi senin ev buz gibi, ya evde penguen mi besliyorsun" demesiydi, o andan itibaren türk halkının keskin zekasını hafife aldığına kanaat getirdi. biri fransızca on sözcükten fazlasını hiç bilmedi, bilmeye bile yeltenmedi ama çevresine fransızca şarkılar gönderdi, gezegeni ne denli dolaştığını haykırdı, dünyanın birbirlerini kesen dikey ve yatay çizgilerle hiç alakası yoktu, o bunu görmüş ve anlamıştı. şımarık ve de pek şeker biri herşeyini o daha çocukken boşanmış olan ebeveynine borçluydu, en sempatik telefonu ona onlar almalıydı, piyasadaki en popüler macbook'u da erkek arkadaşı ona hediye etmeliydi, bir de canı ne zaman sıkılsa -ki bu pek sık olurdu- etrafına "o tertemiz havalı, kümesli, tavuklu, yumurtalı ve kimbilir belki zeytin tarlalı" köy evinden bahsetti, herkes görünüşte başını salladı, gülümsedi ama kendi dahil kimse inanmadı ona. biri çok kitap okudu, althusser'i, gramsci'yi, lukacs'ı, hegemonyayı, sınıfı bilincini ve ontolojoyi ağzına doladı ama etrafında yüksek topuklu rüküş bir kadın görse tüm teorileri yerinden oynardı, buna kendi kendine "teorik praksis" diyip, utanmadan kendi kendine kıkırdardı. biri aldığı hiçbir müzik aletini çalamadı ama aldıklarından evinde koca bir koleksiyon yarattı, gitar mı dersin, ud mu dersin, bendir mi dersin, yandan yemiş flüt mü dersin hepsinden insansız bir orkestra dizdi evine. yeteneksizin biriyim diye, hiçbirini çalamadım diye sürekli dert yanıyordu ve işin acı gerçeği bu konuda çok haklıydı. biri marksistti sonra anarşist oldu, küpe taktı, barlara takıldı, önceden küçümsediği deleuze'ü okuyup siyahi dergilere yazılar yazdı, eski zamanlarda ahmet kaya'nın avamlığı ile alay ederken, sonradan kırkbeşlik çalan barlarda takıla takıla orhan gencebay hayranı oldu. biri anarşistti, sonra marksizme leninizme yelken açtı, f tipi eylemlerden sonra hücre cezası yedi, yoldaşları onu ispiyonladı, sonra vizyon ve misyon sahibi olup yeni dünyaya merak salmasıyla iş kurdu, beceremeyip battı, kafayı sıyırdı, evinde kendi kendine aikido yaptığı söylentileri yayıldı etrafa. biri burjuvaydı hep burjuva kaldı, ama elindeki parayı hiç kullanamadı, hep suçlulukla yaşadı. biri ta ergenliğinden beri istikrarlı bir ulusal solcuydu, amerikan emperyalizmi ve fetullahçılarla kafayı bozdu, bu ülkedeki aptal halkından sıkıldığındaysa ona tek kucak açan ülke amerika oldu, kafası azcık karışır gibi olduysa da, el çabukluğuyla aklına uyguladığı bir iki fırça darbesiyle oluşturduğu argümanlar sayesinde hemen kendini sağlama aldı, yoluna devam etti ve ölene dek hiç zarar görmedi. zamanında sigara içip, zamanında bırakan tiplerdendi. biri hangi partiye, kuruma, derneğe, dergi çevresine girdiyse tutunamadı, görmezden gelindi, olduğu yeri yıktı geçti, baktı böyle olmayacak tek başına takılmayı ve canı her sıkıldıkça yanındakileri, geçmiş ve geleceği yazmayı seçti, belki böyle anlamlandırabilirim herşeyi diye nafile umut etti.

eylül yirmiüç, vakitlerden dolunay

hani görünmüyordu ya ay yukarıda, sen bana getiririm demiştin..
bize gelirim demiştin..

uçakta

cam kenarında yer ayırttığımda, baktığım her bulut seni şarkılıyorsa, apofenya diye birşey yok ki...

kunta kinte does not exist

Bugün e-mail kutumda kızkardeşimin gönderdiği Hakan Albayrak’a ait şu mısralar vardı:
“kokla şair bu taşı gazze'den getirdim
bu görmüş olduğun kurşun
filistin'in göğsünden çıktı
sen oğuz atay'da yüzerken
intihar yeyip intihar kusarken
bir çocuk adam gibi öldü.”
Şiirin başlığı : “orda bir savaş var içimde”. Okur okumaz bu öfke dolu mısralara çok öfkelendim. Oğuzcuğum Atay’a ve okurlarına laf etme densizliğinden mi, Camus’nün “felsefenin temel sorunudur” dediği intihara olan pişkin saldırısından mı, haklı yere bile olsa çocukların “adamlaştırılıp” öldürülmesine yaptığı güzellemeden mi, “adamlık” diyerek yarattığı fallik baskıdan mı, yoksa daha henüz Gazze’de kendisinin de bulunduğu Mavi Marmara gemisinde katledilenlerin ardından İsrail ağzıyla konuşan hoca olan efendisine “müslümanlar arasında fitne çıkmasın diye!” bir ses çıkarmamak gerektiğini yazdığında yukarıdaki “delikanlı!” sözcükleriyle pek çelişen riyakar şövalyeciliğinden mi... Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor bu mısralar, canınızı fena sıkıyor...

İşin doğrusu bir zamandır, dindarlar arasındaki cemaat-birey gerilimini de içine alan bir hikaye yazmak istiyordum; Mehmet Eroğlu’nun Fay Kırığı üçlemesinin Mehmet isimli ilk cildini okuyunca vazgeçesim geldi. Sol tandanslı yazarların Türkiye’de modernleşen, taşradan şehre inen dindarlığın resmini çizmeyi beceremediğini, bu kitap örneğinde olduğu gibi çizmeye kalkışınca da ortaya konulanın karikatürden pek öteye gidemediğini gördüm... Aksine dindar kesmin direkt içinden gelen Selçuk Orhan’ın 40 Hadis’inde yarattığı capcanlı karakterlerle Türkiye İslamcılarını yaklaşık 600 sayfada bu denli net ve lezzetli anlatabilmesi, benim aslında çok da yakından tanımadığım bir kesme “kasmak” yerine bizzat kendi içine girmeye çalışsam da girdiğim halde tam giremediğim, ancak bir ayrık otu olarak varolabildiğim Sol’un içinden derdimi anlatmamın benim için çok daha rahat olacağını düşündürdü.

Hangi meşrepten olursa olsun, bir insana birden fazlasını eklediğinizde Sartreian meşhur Öteki’nin cehennemliği gün yüzüne çıkıyor. Çünkü topluluk doğası gereği kendince sinsice bir süperego yaratıyor; ölüm, fedakarlık ve yücelik kutsanırken, topluluk kuralları dayatılırken, bireyin o topluluk içindeki farklılığı ayaklar altına alınıyor; içinde bulunduğumuz modernizmin postunun uzlaşamadığı Büyük Anlatı sorunu da bu noktayla ilintili olarak başlıyor... Albayrak’ın şiiri ve yukarıda linkini verdiğim köşe yazısı tam da o toplumsal ilişkinin, süperogoik şeytaniliğin baskıcı ayağına denk düşüyor. Zayıf olanı hiçe saymakla, korkuyu bastırmak dayılığıyla, kalın ve kaba çizgilerle, faşizmi de hatırlatan bir gazla kendini belli ediyor... Bunun acısı tarih boyunca ve bu ülkede ve başka ülkelerde çok çekildi, bu çelişki Dostoyevksi’nin Cinler’inden beri çok yazar tarafından kaleme alındı, iç savaş dönemlerinde ihanetle suçlanan çok insan kelle verdi...

...

Yazmak eylemini gereğinden faza kutsamak problemli, fazlaca problemli. Bu çekinceyi de hesaba katarak burada karaladıklarımla ilgili bir iki şeyi not düşmüş olayım. Yazı öyle birşey ki, bir noktadan sonra sizi tutuklu bırakıyor, bir eşik noktasından sonra kelimeleri dizişilindeki nizam kaybolmaya başlıyor, benim tecrübe ettiğim bu oldu en azından. Acemi bir gitarist bir parçayı notalarından çıkarıp, çalmaya başladıktan sonra, doğru zamanda doğru perdelere basar ve tembellik etmez de gitara sarılmaya devam ederse ortalama bir yetenekle, yerinde ve “mükemmel” sesler çıkarabilir. Yalnız o fazla yerliyerindelik bir noktadan sonra çalanı dahi rahatsız eder, insanın içindeki duyguyu yansıtırken kalın çizgilerle ayrılmış seslerin biraradalığından çıkmasıyla oluşan şey, onun aktarmak istediği hisle çelişmeye başlar. Asıl becermek istediğinin tam da o düzenliliği dikeylemesine kesecek bir gürültü olduğunun bilinçli ya da bilinçsizce farkına vardığında ise bir anda gitar çalmayı unutur, ya da unutmak ister. Gitarı yadsır. Aynı şekilde kelimeler de tüm şaşaasıyla başkasına, arkadaşına, çevresindeki insanlara yönelik dengeli bir ritmi tutturmaktan öteye gidemeyince, yazar bundan rahatsız olmaya başlar. Onun böyle bir dengeyi tutturmak ya da yazmak arzusunu bir ötekine yaslamak gibi bir derdi artık yoktur. Örneğin sırf bundan olsun, Flaubert gibi bu uğurda sevdiği bir kadını, Louise Coulet’i sırf yazısına engel olmasın diye reddedecek düzeye dahi gelebilir. Düştüğü darlığın kendisinden ancak kelimelerin kendilerini bir bir yadsıyarak açtığı ince ufak deliklerden nefes almaya çalışarak uzaklaşabilir. Bundan, “yazamamanın kendisini yazmak” gibi ziyadesiyle abzürd bir çabaya girebilir. Her ifade edildiğinde bir kelime sanki bir mucizenin tezahürü gibidir; ancak o kelime kalemden çıkar çıkmaz, onun aniden püskürttüğü sanılan mucizeden geriye kalan tatsız bir paçavra da olabilir. Tamam kabul, belki bahsettiğim bu sürecin kendisi, mucize ve hiçliğin bu denli içiçeliği ve fışkırma anında son bulmasıyla, fazlaca maskülen, eril bir mentaliteyi yansıtıyor... Ama benim kendi düzlemimde deneyimlediğim özce bu oldu, evrenselle ne denli kesişirim, bunu bilemem artık...

Buraya bir senedir mesela hiç görüntü ve ses koymamaya çalıştım. Sanal alemin içindeki bilindik multimedia veri kirliliği bir tarafa, yazı eğer doğacaksa yukarda bahsettiğim hiçlikten, bilinçli bir sağırlık ve körlükten doğmalıydı. Öznenin etrafındaki nesneleri deneyimlerken çektiği acı, sıyrılmadığı hüzün böylesi bir körlük ve sağırlıktan doğuyordu çünkü: Herbir şey ses dalgalarına, renklere ve uzama indirgenemeyecek kadar tekil olarak duyumsanacağından, yazıya eşlik edecek görüntü ve ses anlatılmak istenene en baştan ihanet etmek demek olurdu. Bir de yazılan asla ve direkt kişiliğimle ilintilenmedi, sadece dolaylı olarak... Yazdığınız eğer yaşadığınızın direkt bir aktarımından ibaret olursa, o sadece kötü bir kopyanın daha da kötü bir kopyası olabilir en fazla. Yazılansa aksine yukarıda demeye çalıştığım gibi o kopyanın kopyalığından dolayı hissedilen hüznün bir şekilde betimlenebilmesi için bir çırpınışın ürünü olduğunda makbûldür kanımca.

Tabii bu anlattığım aktarım şekli sadece yazıyla sınırlanamamalı... Yazının kendisi de bugünün çok satan ve genel okuyucunun hemen kendiyle özdeşleştirdiği çabucak tüketilebilen ürünleriyle karıştırılamayacaksa, sevgilinin sessizliği, meydanlara çıktığında dayak yiyip kolu kırılan genç, meydanlara çıkmaktan korkup son anda eyleme gitmeyen genç, cemaat ve kendi arasında kaybolmuş bir kadın, birşeye ya da birine tutunmak güdüsünden başka bir şey bilmeyen postmodern, Allah-öldü-ama-başka-bir-ilah-bulmam-lazım-lan diyen adamlar ve kadınlar, suçluluktan ve korkudan kendi imagosundan yarattığı ilahlarla boğuşanlar... Üretilen yazı, çizi, ses, görüntü böylesi örnekler üzerinden bir endişenin çığlığına şahit etmekten ve aslında sıkışılan cenderede bir nefesçik sigara tüttürmekten daha ötesi değil.

Dediklerimi geri alayım.

Artık bu bahsettiğim doğrultuda karalamak da çok anlamlı gelmiyor bana. Neden? Sanırım Kunta Kinte halihazırda varolan esmerliğine yeteri kadar Güneş ışığı bandırıp iyice karardı, kendini teslim ettiği boşluğun hülyasından uyandı, ve tercihen ilk kalkacak trene binip gittiği tatilden dönmek istiyor. Şehre, ülkesine, Gerçek’e yani ilk başladığı yere ve yüzleşmekten korktuğu yere. Kunta Kinte, tatil köyünü terkettiğinde eski güzel günlerde olduğu gibi Yılmaz Güney’de vücuda gelip Boğaz’da “bir gün benim olacaksın İstanbul” diye bağırmıyor. Kunta Kinte, genç bir Vedat Türkali olup “sen bize layıksın, biz de sana layığız” diye şehre ve kendine romantik övgüler yağdırmaktan da pek çekiniyor. Belki tüm bu esmer cümleler onun beyninde bir yerlerde dolanıp duruyor evet, geçmişi hem tutkularına hem de sancılarına ihanet etmeden sahiplense de, onun insan olmak yani eksik olmak durumuna galebe çalmasına izin vermeden, arada üstüne kara sinekler gibi tüneyen can sıkıntısına eyvallah diyerek, bir iki dostuna ve çok sevdiği prensesine de sarılmak için olsun dönecek başladığı yere. Sırf bu yüzden işte.

çırpınış

bütün halatların koptuğu ve yerçekiminin hiçbir etkisinin kalmadığı zamanlara fırlatıldım. işte anababa gününde herkes anababasını, bense belamı arıyorum. herşeyimi belama bağlamak arzusu dolduruyor içimi, eski püskü kıyafetler içinde sessiz bir çığlık oldum da libası mükkem, görüntüyü öyle böyle kurtarmış, maskeli bir hayalet olarak dolanıyorum. filmler fazlasıyla alışılageldik geliyor, tüm bu iklim üzerime geliyor, ben durmaktayken hem de, üzerime geliyorlar.. hareket et, susma, çığlık at, bu sisi dağıt.. kafadaki hiçbir komut bir işe de yaramıyor artık, herşey eskide kaldı.. eskide.. ne'sin? bu'yum diyebilsem.. işte sartre bu ve benzeri dallamalara "rahatsız bilinç" diyor, tokat gibi bu laf.. çıkarlarının doğru dürüst farkında bile olmayan, sürekli bir rahatsızlık duyan zavallı çelişik azınlık.. her eylemsiz an'ın ağırlığını tam içinde duyan ve sessiz sedasız bir kahrolma hissinde takılmış.. çözüme inanamamakla da kalmayıp, çözümden korkan iktidarsız zavallı.. it gibi, titreye titreye korkarken, cesur ve birşeyleri biliyor hissi vermek zorunda kalan..

oniki eylül öncesi acilciler denen kafası iyi vatandaşlar darbe isterlermiş, darbe olsun da işte halk ayaklansın, devrim olsun.. tıpkı bugünkü evanjalistlerin bir takım yine kafası iyi kısmı gibi, incil'deki her türlü alameti biz gerçekleştirelim ki, kıyamet kopsun, mesih insin, deccalle savaşsın, sonra ne olacak, mis.. ya hiçbir şey yapamıyoruz işte sayın evanjalist mümin kardeşlerim.. elimiz kolumuz bağlı.. sen fethedeceğim dedikçe, fethetmeye çalıştığın seni teslim alıyor.. sen de çaresiz çemkiriyorsun..

ding'im an'ım sich'im

yazamıyorum şimdi. zaten yazamıyordum da, ezelden. şarkı söylüyorum ama cevap veremiyorum, bu abuk cümlelerden de anlaşılacağı gibi... ren'in kıyısında bira içmek ve etrafa anlamsız bakışlar atmak daha cazip geliyor. gittim, platon bir gün bara girer'i bile aldım. lise düzeyi felsefe okumak şahane! zaten tüm felsefe hedesini de toptan unutmuş olarak ve hiçbir zaman hiçbir şey bilmemiş biri olarak (sofist miyim, sokratesçi mi, hangisiyim anlamadım gitti anasını satim), böyle boktan amerikan esprileri ile katışınca deneycilik, nomenon ve de etik, pragmatik, analitik, sentetik, imperativ, kategorik filan şükela oluyor. hem a priori gülüyorum hem de a posteriori hafızamı tazeliyorum, niye hamallık yapayım. bir de mehmet eroğlu abiyi keşfettim, prensesim sağolsun. bir de bir de bir de: erhanbro iyi bir iş yapıp, klas bir blog açmış. uzun soluklu olsa diye dua ediyoruz. osman baydemir'e özenip ben de bir sureden kendisine mesaj göndermekle yükümlü hissediyorum: "iman edip iyi işler yapanlara ne mutlu! varılacak güzel yurt da onlar içindir" (ra'd, 29).

ey türk milleti

emrettiğin üzere, kullanmadığımız tüm kelimeleri boğazımıza kıymıklar gibi takılmış heceleriyle birlikte her kurumdan evvel türk hava yollarına bağşettik. kaç nisan geçti üzerinden, unutmadık. istikbali göklerde arayanlara sırıttık, zira herşey arkamızda, geçmiş batağının sıcacık dibindeydi. elimizi uzattık ona, yani ateşe ve bir yılan gibi soktu acımadan boynumuzdan. tam da tahmin ettiğimiz gibi. ashabımız bilmelidir ki, onun o sıcak gülüşü kur'an sayfalarının iliştirildiği mızraklar kadar hilekârdır. ve etimizin en derinine ta kemiğimize dek batışının acısını sürekli içimizde hissettiğimiz halde, olmadık sessizlikler icat ettiysek yine bilinmelidir ki bu kara bulutu omzumuzda şanla taşımaya and içmişiz ya, işte ondandır. susadım ulan su getirin artık.

hayli ideolojik bir sitem

ahmet'e

yoldaşım arıyor, sesi buruk. kendisinin inşaatçı olduğuna bakmayın, tam bir burjuva. yaz demiyor kış demiyor bir şantiyeden bir şantiyeye atlıyor. ama dediğine göre şantiyeye kız atmıyormuş. sadece arada tepesi atıyormuş, sinirleri bozukmuş bu ara, kafası dumanlıymış, karısıyla sorunları varmış, abisi piçin biriymiş. nasıl yoldaşsın. bak yan şehirde wuppertal'in delikanlısı engels, vakti zamanında pek sevgili dostu marx'a para bile yolluyormuş. benim yoldaşımsa, paradan şikayet ediyor, o denli burjuva. bir de oğlum ben kapital mi yazıyormuşum sanki de, para gönderecekmiş. işçi sınıfı kalmadı diyor üstüne üstlük. hadi şantiyede çalışanları bir kenara atalım sevgili yoldaş. peki, bir hadis-i şerifimizi de mi es geçersin be hey kafirin oğlu. işçi sınıfı çin'de bile olsa gidip alınız. hadi gittik bulduk aldık diyelim de. çinceyi öğrenene kadar anamız ağlar, onu daha fazla ağlatmak ayıptır. hayat yetmez ona. o da yetmiyormuş gibi çinlileri japonlarla karıştırmamak yetisini kazanmak, o accaip kokulu yemekleri yiyebilmek sabrı... beklemek ve babayı almak ne demektir biliyor musun yoldaş? misal ilkokulda süt çocuğu iken günlerden bir gün bedava radyasyonlu fındık dağıtım sırasına girmek, ve sıra tam sana geldiğinde fındık paketlerinin tükenivermesidir. fındık dağıtıcısı ablanın "ah canım sana kalmadı, bitti hepisi" demesidir. sonra yetiştirilip bir yetişkin kıvamına geldiğinde, o fındıkların neden devlet eliyle beleşe dağıtıldığını öğrenirsin. bi kazım koyuncu daha dinlersin. sevinsen mi. o fındık paketçiği sana gelmedi ya, ama bir sor niye. niye. çünkü evladım, radyasyon filan vardı içinde, çernobil sızmıştı ona. seni düşündüm işte. tam sıra sana geldiğinde avucunu yaladın ama bir hayır vardı bu işte. hayır hayır hayır. ben böyle hayır istemiyorum yoldaş. az biraz zehirlenirdim, en kötü ihtimal otuzumdan önce ölürdüm, ama yirmimden sonra olurdu bu kesin. seni tanımış olurdum o arada, ki o zamana kadarki gevezeliklerimiz yeterdi. çok zor yoldaş işte, bu beklemek, bu fındık niga niga züppelikleri, bu postmodern dervişlik bana göre değil. anlıyorum, yine haklısın, her zamanki gibi haklısın. ben burada köle olarak çalışırım, gün gece saat salise bilmeden, alınterimden kendime tonlarca zamanlar yaratırım. biliyor musun? zaman çok değerli yoldaş bu zamanda. feodal esmerler olarak, endüstri devriminden çok kötü huylar kaptık ingilizlerden, bir de sat bir'de "das ist gut" temalı ilk almanca cümlelerimizle ahlaksızlığımızı çoğaltacak ilk adımlarımızı attık. kafanın bir köşesine iyice yerleştir bunu: şu anda almanca konuşmak zamanı yoldaş, fransızca için bekleyecek sabrımız namevcut. öleceğiz, gebereceğiz, ne şantiyesinden bahsediyorsun oğlum hala. bırak çorum'a gitmeyi. bırak kerkük boru hatlarını, azeri petrollerini. bırak bu patronluğu artık. hadi hep beraber mis gibi grev yapalım.

darılma bana nazan, niyetim iyi

geçmiş yıllarda yazdıklarıma göz atınca, hayretler içinde kalabiliyorum. sanki bir film sahnesinin üstünden beyaz bir ışık geçmiş, sanki şu bir zamanlar tv kanallarında sakallı adamların huşulu bir sesle anlattıkları o mistik öyküler içindeyim. hiç de mistik olmayan bir mistizm bu ama. silen ve üstünden geçen, vileda tadında bembeyaz bir temizlik.

o beyazdan sonra geriye çok da şey kalmamış gibi. ya da yeterli bulmuyorum. hırs yaptığımdan mı? bana birşey anlatmıyorlar. birşeyler çalacağım diye korkuyorum, o şairden bu söz yazarından. halbuki ağızdan çıkan herşey bir çalıntı. çalmayacaksın emri bu düzlemde pek bir anlam ifade etmiyor, zira böyle bir seçenek yok. ağzını açar açmaz söylenen herşey de yalan, lacan'ın dediği gibi. ve'lem yelid ve'lem yalan. (heyecan yok) hiç yalan söylenmeyince rahatsız bile olabiliyor insan. garip değil mi? harbiliği bile dozuna göre alabiliyorum, yavaş gelin üstüme. zira karşınızdaki tır değil, etten kemikten bir yaratık.

bir romana şaşırdığım kadar bu dünyaya şaşırmıyorum ama. herkesin motivasyonu öyle belli ki. ölmekse ölmek, çiftleşmekse çiftleşmek, saldırmaksa saldırmak, korunmaksa korunmak. roller öyle cup diye oturmuş ki, nerde lan buranın soyunma odaları, üstüme bir elbise ben mi bulamıyorum? ama hep bir depresif hava. biri demişti, çok geçmez yakında devletler sinek savarlar gibi, helikopterlerden antidepresan spreyleri sıkacaklar herkesin üstüne. kim demişse iyi demiş.

sıkın ula sıkın. genetikleri iyice değişsin ki milletin, bir kısmımızın da bir organik, özgün yanı kalsın. daha pahalıya satalım kendimizi. asırlar geçti, onca devrim oldu filan ama bunlar aristokrat kaldı desinler. bir de beş parasız ama. ondan uluslarası pazarlarda edebi köleler olarak kendileriyle övünsünler, umut bile satabilsinler diye. zira umut ağızlarda çiğnenen bir sakıza döndü. kalk hanım kalk, birşey yap artık, bak hep ölüyoruz. finalim var, çalışmam lazım diyor orda bir ergen, eğer olmasa mutlaka eyleme katılırım. mutlaka umudu büyütürüm. kendini büyütse halbuki önce. ah güzelim. senin hiddetlenmen de güzel.

finalin, vizen, projen, tezin varsa bana ne? baban bırakmıyorsa? finalin filanın bitince ne olacak, bak: gelip, karım ya da kocam bırakmıyor, kaynanam yemeğe geliyor diyeceksin. senin evine çay içmeye bile bir kadınla gelmek zorunda kalacağız. kalkmış umut diyorsun. sonra boş ekranda boş zamanında yer buldun ya, gelip ekrana kendini boşaltıyorsun. herkes de yiyor. çünkü onlar herkesler. yani dar kapıdan asla giremeyecek olanlar demiyorum bak. dar kapıyı akıllarına bile getiremeyenler.

darlandım artık. burda bittim. burda. bu. hatta gidiyorum, bu.

utanmazlık

alkazar'ı kapatıp, sonra da kapısının üstüne "geçmişin nostaljisi değil, geleceğin gerçekçi düşleri peşindeyiz" yazılı afişler asabilmektir.

amor fati

öyle kanepede uzanırken, birden bir tencere, tabak şıngırdaması duyulur. ya da banyodan kestiremediğin saçma sapan bir gürültü gelir kulağa. neyin düştüğünü anlamaya çalışırsın. tüm pencereler kapalıdır, herşey öyle yerli yerindeymiş görünüyorken, rüzgarın hışmı minimuma indirgenmişken, bu sese anlam veremezsin. gidersin bakarsın ne düşmüş, kırık dökük var mı diye meraklanıp. bilinmeyen bir kuvvet, herşey kımıltısızmış izlenimi veriyorken, varlığın o anlıksal süreci bir tokat gibi yüzüne çarpar. işte orda kabul edersin, pes dersin, sen kazandın dersin, tüm sorulara evet der geçersin. dünya üniversitesinin en kallavi dersi budur. tam olarak o sahnede kabadayı fırat, pencereye bakar, gözlerini kıstığında, kendisini vurmaya gelen adamları görür puslu gecede. tamam artık kavgayı bırakıyorum diyip elindeki silahı sevgilisine teslim eder. kavgayı bırakır. sokağa çıkar. ve çiğdem hiç beklemediği kurşun sesiyle sarsılır. düşen metalik tencere değil, bildiğin porselen tabaktır. zaman geri döndürülemez. tabak eski haline gelemez. kimse eskisi kimse olamaz.

homeostasi

Karanlık. İçine hiçbir ışığın sızamayacağı kadar. Aynı sözcüklerimizden arda kalan sessizlik gibi. Aynı gülegülelerimizin sonrasındaki hiçlikler gibi.

Vaaz verecek hali yok. Konuşacak hali yok. Masasının dibinde ağzı açık bir paket sigara. Aklına gelenlerin alakasızlığı kafasını zonklatıyor. Gelen tek ses televizyondan. Sarı kafalı civciv gibi bir kadın Brezilya devlet başkanıyla konuşuyor. Anlamıyor, tüm bu ticari, askeri anlaşmaları kafası almıyor. Tek bildiği bir şekilde evine gelen ekmekle bu anlaşmaların bir ilgisi olduğu. Devlet başkanının neye bağırdığını kafası almıyor.

Yıllardır kendisinin yüksek sesle savunduklarındaki tonsal şiddeti de anlamıyor. Yaşlandı da ondan mı... Bilmiyor. Eğer tek parmağını kaldırmak için bu denli zaman geçiyorsa yaşlanmış demektir. Bir yandan annesinin, "senin hep bir çocuk yanın var, ondan kurtulamazsın" dediğini hatırlıyor ama rahatlatmıyor bu sözler onu. İçinde kalacak zerrece çocuğun çok büyük zorluklara sebep olduğunu biliyor. Tecrübelerinden biliyor bunu. Yaşlanıyor, belli.

Herkes kaçıramayacakları fırsatları anlatıyor ağızlarından saçtıkları tükürüklere bulayıp. Aldıkları tiren biletlerinden, ve o tirenle gitmek istedikleri şehirlerden, sayısısız keşiflerden bahsediyorlar. Herkes sunulana şükranlarını sunuyor, ve her sofraya iştahlı oturuyor. Olan olmalıymış! Olması gereken olmuşmuş! Olacak olanı planlanmalıymış!

Kafası karışıyor. Tüm bu düzen içinde bir mikro düzen olarak varlığını devam ettiğini anımsıyor. Evini ve sokağı, ülkesini ve Afrikayı, okulunu ve süpermarketleri, hücre zarını ve beyin-kan bariyerini. Duvarlar tüm bu şaaşaya karşın hiç ama hiç yıkılmıyor. Bu yıkılmazlıktan bir dinamik yaratıp, açıklamalara girişmeyi anlamıyor. Midesi bulanıyor ve hala kusamadığına inanamıyor. Tüm küfürlere, canlı canlı yananlara, ihanetlere, her türden ikiyüzlülüğe rağmen bu dünya yıkılmıyor. Kendinin de bu dünya gibi hala ayakta durduğuna iyiden iyiye şaşırıyor. Herşeyin böyle yerli yerinde olması allak bullak ediyor iyice onu.

şemsiye

birkaç damladan kaçayım derken insanı sırılsıklam edebilecek yegane alet edevattır.

mind-body problem

yirmiüçocak ikibindokuz gecesi. henüz, otuz sonrası yaşamak lütfu bahşedilmemiş. finlandiyalı bir kadın, kahveyi azar azar, yavaşça içmeyi öğütlüyor. hoş olmak istiyorsan eğer. öyle bir denge tutturacaksın ki, hayat gibi işte kahve içmek de. ilk dakkalardaki sıcak olan kısım ağzını yakacak yakmasına ama ruh güzelliğine yarayacak, sonrasında diplerde kalan soğuk kahve ise tadı peki ideal olmasa da içildikçe vücut ve tene katkı sağlayacak.

der alte

anlatacak birşey var mı? bu akşam markete giderken, tam yanımda bir yaşlı adam düştü yere. gözlüğü bir tarafa fırladı, düşer düşmez zorlanarak da olsa eldivenlerini çıkarıp attı, zira kanlar içindeki ağzına yüzüne dokunmak eldivenleriyle olanaksız olmalıydı. bana almanca "beni kaldırır mısın arkadaş?" gibisinden birşeyler mırıldandı sanırım, acılar içinde çıkıyordu sesi. "birşey oldu mu?" filan gibi demek, rahatlatmak istedim, ama bir türlü almanca moduna da giremedim, ingilizce tek tük sözcükler çıktı sadece, adamınsa acısından yabancılığıma şaşıracak hali yoktu. kaldırmaya çalıştım.

ama sol elim sakat hala, ağrısı tam geçmedi. yine de herifin iniltileri artınca, daha bir acır oldum, tüm gücümle kollarından tutup çekmeye çalıştım, kalkar gibi oldu, ölmeye yakın bir akbaba gibi aniden inileyip, aşağıya bıraktı kendini. yan restorandan garsonun biri geldi yardıma, birlikte zorla kaldırabildik. garsonun almancası beni de rahatlattı, adamı yakındaki bir banka oturttuk. sonra ben yere bıraktığım kafaüstü açık şemsiyemin içindeki gözlüğünü ve eldivenlerini alıp, oturduğu banka, yanına koydum. kimseye bakmıyordu, bilinçsiz gibiydi. eldivenlerden ikisi de siyahtı siyah olmasına ama başka türdendiler. ayaklarına sağlı sollu farklı çoraplar geçirenleri biliyordum, ve hatta bunu benim de çamaşır sepetindeki çorap ayıklama zahmetine girmemek sebebiyle yaptığım çok olmuştur. ama eldivenlerin ayrıklığını daha bir garipsedim.

markete doğru yola koyuldum.

zilli

yaşlı bir kadının, mesela babaannemin gözünden bakınca, etrafta ne kadar yaşlı insan olduğunu anlıyorum sanırım. allah ömrünü uzun kılsın, ve nazardan saklasın, duyarlılığıyla, kurnazlığıyla, kafasından geçirdiğini anladığım türlü numaralarıyla, çocuksu entrikalarıyla, hikayeleriyle, söylediği türkülerle, oğlu-kızı olmadığı sürece sesi kısık müstehcen muhabbetlere bile girebilmesiyle, "keh keh keh"sırıtmalarıyla bu kadar mı hayat dolu olur bir babaanne?

babaannem sizin nineniz gibi bir melek değil, zaten nine filan diyerek de ona hiç seslenmedim. bildiğiniz bolca dayak yemiş, çevresindeki bazılarının burnundan da getirmiş, parayı da çok sevebilen, okula hiç gidemediği halde çok etraflıca hesap kitap işi yaparak beni hep şaşırtan, imkanı olsaydı matematik profu olabileceğine hiç de şaşırmayacağım bir kadın... günün birinde işte bu kadına sordum: "bu cennet-cehennem meselesi hakkında ne dersin?" "oğlum, allah'ı kandıracak halim yok, cenneti de cehennemi de burada yaşadım, yaşıyorum" dedi, ve ateş dolu cehennem, ırmak dolu cennet tezlerine hiç de pabuç bırakmadı.

ardından kardeşimi düşündüm. çevremde türlü türlü korkuları olan ama kendine "özgürlükçü" adı veren, liberal şarkılar söyleyen korkakları düşündüm. bin tane kitap okusa da, kendini bir ödüle ve cezaya bağlamaktan alıkoyamayan ahmakları, ahmaklığımızı düşündüm. zayıflıklarımızı, obsesyonlarımızı, tatminsizliğimizi, kanaatkarsızlığımızı, tereddütlerimizi düşündüm. kendine "ateist" diyen ve fakat bin tane tanrısı olduğunun farkında bile olmayan arkadaşlarımı düşündüm. babaannemi ve hakikati düşündüm.

uçuş bilinci

ben kaçıyorum.

bir dal uğurluyor çıplak kalmış baharda. kelimelerin rezilliğine sığınıp da... ilk günlerin çekincesini, yalnızlığını bilip de atıyorum yola. damağıma yapışmış yabancı diyarlardan kalmış küfürler... ve yabancı yüzlerin arasında heceleri karışmış yarım yamalak merhabalarımla kaçıyorum. boğazımda bir melodi, bir ıslıklasam kazılacak zihnime. kafatasım yuvasından çıkıp, bana bakacak, övünecek kendiyle.

inanıyor musunuz? akti takdirde, bakınız ansiklopedinin k harfli ciltine, resmen ve legalime dönüp bakmadan kaçıyorum. palyaçolara mendil sallamaya gidiyorum. en zehirli yüzleri içimde taşıyıp, ölmek mevsimine de kontenjanımdan hususi bir yer ayırmak gururuyla, gönüllü bir amele gibi sınıf bilinciyle kaçıyorum.

evime kaçıyorum. hiç çıkmadığım kendime.

his

şimdi ellerimi klavyeye dokunduruyorum ya. az sonra söyleyeceklerimi ben bile bilmiyorum. belki birkaç saçma sözcük çıkacak ağzımdan ve ben bunu bitlere döktükten sonra sanal ortama aktaracağım. anlamsız bir söz yığını olacak. ama neden ille de bir şey demek istediğimi ben bile bilmeyeceğim. içeriksiz bir form'a katılmak, onda ölmek, yokolmak, erimek hissinin nereden kaynaklandığı hiç bilmeyeceğim. bilmek de istemiyorum doğrusu...

az önce eve doğru yürürken ellerimi çeşit çeşit ağaçların dallarına, yapraklarına dokundurduğumu söylesem inanır mısınız? bir deli olduğum anlamına gelebilir bu, ya da sırf bir takım saçma anılar olsun da ne olursa olsun delisi, o denli boş bir adam olduğum gibi bir çıkarımda da bulunabilirsiniz. hakkınızdır. sadece sırf bu dokunmalar sayesinde, her tür ağaçtan aldığım hissiyatın farklı, bazılarının sert, dikenli ve acı verici olduğu, bazılarının yumuşacık ve sarı renkli yapraklara sahip olduğu ve daha da önemlisi benim bunun idrakında olmamın tek yolunun onlara dokunmaktan geçtiğiminin farkında olmam...

şu son elli günün büyük çoğunluğunda çok şeyden uzak durdum. çok sevdiğim sigaramdan, puromdan, içkiden, saçma sapan arkadaşlardan, uzak durmam gereken herkesten ve herşeyden. onların bazılarını dehşetle istedim gerçi, ve içki içilen mekanlarda neden içmediğimi anlatmak zorunda kaldım... "dine döndüm" diyip güldüm çoğu kez. dinden çıktım mı ki döneyim sanki? en çok kafama çakan da bu oldu zaten.

herşeyden ve gereksiz herşeyden. kendimden bile. kendimin en çok düşündüğünden, düşlediğimden, tasalandığımdan bile. suçluluklarımdan, sapkınca tutulduklarımdan, hepsinden uzak kalmak gibi bir dürtü doğdu içime. sebebini kelama dökmek öyle zor ki...

sanırım zor olmasının sebeplerinden biri de artık sözcüklerime, yazıda filan da değil günlük hayattaki sözcüklerime kendim dahil kimseyi inandıramıyor olmam olabilir. öyle sahte ve hissiyatsızdı ki sözcüklerim. yalanlar yalanları kovaladı, sırf birilerinin sevgisine erişebilirim, belki mucizeler olabilir umuduyla hissettiklerimi dışarı çıkarmaktan korkar oldum... mucizeler olur mu?

sonra korkuların hakimiyetinde hiçbir şeyin, süslü sözcüklerin, süslü gülümsemelerin aslında bir hiç olduğu dank etti kafamda. ama yine de bu "dank" kendimi buna kendimi inandırmaya yetmedi. öyle zor ki, kafanızdaki damarlardan sizi emen virüslerden kurtulmak... sadece irade değil, koskoca bir kuvvet de gerekli bunun için.

şimdi öylesine sarhoş bakabiliyorum ki... otuz yaşa yaklaşmam bile koymuyor bana... bu vesileyle yılın en taşşaklı blog cümleler dizisini sizlere duyurmaktan gurur duyarım: "kelimeleri iyi izleyin. sonra insanların bu kelimeleri aktarırkenki dudak hareketlerini. konuşurken elleriyle idare ediş şekillerini. gözlerini, izlediklerini, iyi izleyin. gözlerindeki korkuya iyice bakın. insanlarin birçoğu çok zavallı ve zavallı ve zavallı. ve kandırılmış. ve masum. ve hala bize birşeyler söylemeye çalışıyorlar. çok korktuklarını. içerde çığlık çığlığa olduklarını. delileştiklerini. yabancılaştıklarını. ve bunları, nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama tamamen farklı şekillerde söyleyebiliyorlar. bir sürü gereksiz, konuşmuş olmak için uydurulan muhabbetler ile. sessizlik korkuya işaret edebilir zira her an. bizi korkumuzla yüzleştirebilir hakikaten. gözlerindeki korkuyu saklamak için ne kadar uğraştıklarını bilemezsiniz. korkularını yenmek için ya da onları tanımak için bu kadar uğraşsalar kuşkusuz daha başarılı olurlardı. afedersiniz ama, sizlerden çok sıkıldım. kendimi feda ediyorum ve artık korkularıyla yüzleşemeyenlerle yüzleşmek istemiyorum. zavallılığınız bana bulaşıyor, kendimi birden çaresiz hissetmeye başlıyorum. sizlerden birine dönüşmeyi reddediyorum. siz de reddedin. siz diye hitap ettigim kitle, hasssiktirin diyoruz. mutsuzluğunuzun asıl sebebini görmedikçe ve kabul etmedikçe mutlu olmaya hakkınız yok. hassiktirin diyorum."

bu dehşet satırlardaki "mutluluk" sözcüğü benim için çok fazla, ondan son cümleleri hayatta sarfetmezdim belki ama sarfeden yazar arkadaşa selam olsun!

ah


"bu şehrin en cool insanıyla dün gece tanıştım. ama bil bakalım ne oldu? yarın berlin'e taşınıyormuş, god damn it! " dedi. bunu dediği anda yüzümü nasıl dökmüşsem artık, kireç gibi filan oldu mübarek. anlayamadım, ne diye böyle yaptım. çocuk muyum ben? kendimi bir halt mı zannediyorum?

işte aradan geçen birkaç milisaniyede yüzümün renginin değişimine engel olamayınca, bendeki renk atışının farkına varmış olacak ki, bir de "pardon pardon. bu şehrin en cool insanı olabilecekti belki o. ama senin varlığını hesaba katmayı unutmuşum" diye eklemez mi sonra allahsız kitapsız? ve bu gelen cümlelerin hemen ardından, yine taş çatlasa bir iki saniye sonra, yüzümde bu sefer ani bir tersinir değişim vukuu buldu elbet sayın seyirciler. sırıtık bir ifade kondurdum yani, tüm ekşiliğim tuzla buz oldu, anasını satayım. utan ulan utan! allahım neden? çocuk muyum ben, iki cümlecikle ruh halim türevi alınamayacak değişimler geçiriyor ve ben bunun dışa yansımasına engel bile olamıyorum! çocuk muyum ulan ben? söylesene!

ardından "görüyorsun togliatti, neredeyse senin kadar cool olabilecek insanlar bile var, şaşırtıcı değil mi?" diyince "evet gerçekten inanılmaz" diye karşılık verdim ben de, sırıtmaya devam ederek.

rakçılar ve filozoflar uzaylı değiller

erhan joe'dan aldım haberi: ee kaan abi de evlenmiş sonunda seçkin piriler adlı bir manken ablamızla. abinin gözaltı morlukları, belirgin torbacıkları, seçkin ablanın pek rüküş gelinliği, ağzım açık baktım fotoğrafa önce, ama sonra çok da garipsemedim.

yahu davul dengi mengine göre filan çalmıyor. dengimiz yok ki. biz bu hayatta dengimizi aramıyoruz. neşeliysek, neşeli ilgimizi çekiyor olmuyor her zaman. türkçe konuşuyorsak illa bir türkçe konuşan aramıyoruz. neyi garipsiyoruz.

rakçı abimizin "haberin yok ölüyorum" dediği hatunun seçkin abla olabileceğini sanmam. olsa olsa, "anlamadın ama o beni anladı" dediği harika şarkısındaki "o" kişi zamirinin imlediği, cümledeki ikinci kişi karakteri olabilir ancak. birinci karakter "iyidir, hoştur ve yokuştur; harbiden baya boştur" filan ama "anlayamaz".

bu ikinci kişi efendim, belki birincisi gibi "yarı-entel" ayaklarında değildir, belki komplike hayatı daha da komplike hale getirmez, belki kafasında arada şimşek gibi çakan üç beş alıntıya dayamaz hayatını, belki... ama anlayabilir. sizin gözlerinizdeki morlukları bir de knock-out olmakla arttırmak gibi bir niyetiniz varsa, kaan abiyi, ve hatta zizek'i eş seçimlerinden dolayı garipseyebilirsiniz ve hatta ayıplayabilirsiniz belki. saygılar...

ama bizim morluğumuz da, garipliğimiz de bize yeter ve artardır usta... ve kaan abiye de mutluluklar ömür boyu...

"ama yine de..."

bir gün daha geçti. kimle buluştum. neden. amacım neydi. kimlere gülümsedim, şaklabanlık yaptım. bir gülümsememden iş arkadaşım halimin çok iyi olduğuna karar kıldı. annem ve de eski sevgilim telefonda beni duyar duymaz, sesimin çok iyi geldiğini söylediler. sokakta kime sorsam herşey iyiydi, güzeldi, hava bile bahara çalıyordu. dindarlar iyilik yolunda yatıp kalkıyorlar, bilimciler insanlık yolunda giyiyorlardı beyaz üniformalarını, bloglarında yazanların her cümlesi "sevgili bilmemne" ile başlıyor, salya sümük sözcüklerden samimiyet akıtıyorlardı. okuyamıyorum bu türden olanları artık... midem kalkıyor.

kalktım, televizyonu açtım. uzaktan kumandam yok işte! ondan kalktım, düğmesine bastım diyorum. bir programda dendiğine göre daha geçenlerde fransa'da "le jeu de la mort" (ölüm oyunu) adında bir yarışma düzenliyorlar. "kurallara katiyen uyulacağına" dair bir kontrat imzalanıyor tabii yarışma öncesinde. ve kurallar, soruları bilemeyen diğer yarışmacılara elektrik akımı vermeyi içeriyor. öyle ki gerilim 400 volta kadar çıkarılabiliyor, ve yarışmacılar istemeye istemeye de olsa yanlış bilene "akımı vermekten" geri kalmıyorlar. tabii yarışmacılardan gizlenen verdiklerini sandıkları elektriğin aslında sahte olması ve elektrik verdiklerini sandıkları kişilerin de gerçekte yarışmacı filan olmayıp, acı rolünü çok iyi yapabilen aktörler olmaları... bu aktörler yarışmacılar her şalteri indirdiğinde elektrik verilmiş rolü yapıp, acı acı bağırıyorlar, çığlık atıyorlar. ama fransa'nın sıradan "hümanist" yarışmacılarından 80 tanesinin 60'ı o akımı vermekten hiç çekinmiyor. kontratta imzaladığı, yükümlü olduğu görevi yerine getirmekten imtina etmiyor. ama elektrik akımı vermeye niyet ettiği aktörün bağırışlarından sonra, çok "derin" üzüntülerini yüzlerine yansıtıyor, suçlulukla dolduruyor kendini, üzülmüş gibi yapıyor bile demiyorum, üzülüyor, ağlıyor hatta bazısı "ama yine de" karşısındaki insana 400 volt verecek şalteri indirmekten de geri kalmyor. "ama yine de" 5 kişiden 4'ü tüm bu bağırışlara, çağırışlara rağmen karşısındakine, hemen yanındakine basıyor akımı...

çağın insanının, modern olduğunu iddia edeninden tut; kıskançlığını, ezikliğini modernizme karşı çıkmak adı altında gösteren daha beter versiyonlarına kadar; Subway sandviçleri, süper market peynirleri kadar çeşit çeşit ama aynı kalıptan çıkma olan bu kalabalığın sevinç gözyaşlarına da, üzüntülerine de inanmak mümkün mü? bir litre gözyaşı akıtsanız acı duymuş olmuyorsunuz, bir ton "sevgili" diyince de sevgi dolu olmuyorsunuz. bir ahtapotun milyon tane kolundan birisiniz sadece...

silencio

tiyatroyu çoktan bırakmış ayyaş ve titrek bir oyuncunun yeniden sahneye adım atışındaki yabancılıkla çıkıyorum her sokağa. elime kağıt alsam aynı yadsıma... beğenilmek ya da tersi pek umrumda değil olsa da, yine de yazılanlar boşa gidecek diye korkuyorum. vaktinde cömertlikle söylediğim abartılı sözler dizisi dilimde eriyor; ve aslında bu, gerçekte yar diyip, kıyısına yaklaşmaktan çekinmediğim olası insanların önemsizliğinden değil asla. ama ya sözcükler karşılayamazsa... birkaç senedir bunu yazmak oldu derdim. yazamamayı yazmak. etrafımdaki nesneler iyice ağırlaştılar, etrafımda ve uzağımda en önemsediğim karakterler flulaştılar, kalem ağır geldi. fotoğraf makinem mesela, çok uzun zamandır deklanşörüne basmadım. makinemi hep çantama aldım uzaklara gittiğimde, alışkanlık belki, ya da çekilmeye değer birşey bulunur umudu, ama bir tek fotoğraf bile çekmedim. herhalde kosta rika'dan beri böyle, orada da yanımdakinin hatrına...

neden belgelemekten kaçınmak? neden bir perdeleme güdüsü?

aslında desibeli ne kadar yüksek bağırıyorsam, o denli sessizliklerimi saklıyor oluyorum. bunu kavradığımdan belki...

hücre

kendi dilinle ördüğün hikayenin hiçliği çıkınca ortalığa öyle bir kırılma yaşar ki insan, bir daha tamiri mümkün olmayan bir sakata çıkar yolu. o yolda zaman geçer ve geçmiş iyiden iyiye anlamsızlaşır. her dakikada binlerce saat vardır. aynalara bir bakınca, şaşar kalır: sakallarına, gözlüklerine, saçlarındaki üç beş tel beyaza... hepsine biçtiği anlamlara şaşırır da kalır.

bilinçli bilinçsiz yaptığı tüm yatırımlar anlamsızlaşıverir. oynadığı tüm oyunlar, tasarladığı şenlikler... birinin aynı anda dinlediği şarkıyı hep kafasında çalıp durmaya çalışır ki, beyhude yaşam belirtileri... herşeyler...

anlamsızlığa karşın yine de insan önüne çıkarken, eski alışkanlıkları devam ettirir çoğu kez. selam verir, gülümsermiş gibi yapar, sevgi pıtırcıklığından tiksinse de görmezden gelmeye çalışır, keza insanların üç dakkalığına ünlü olmak uğruna kendilerini sergilemeleri şarlatanlığına, bazen en zavallı şekillerde acındırmalarına, hem de bunu "ehe" diyerek bir yandan da "ben aslında ciddiye almıyom ki hayatı, yaa yaa şaaşaa" diyip bir yandan da acı duyduklarını ağızlarından köpükler çıkararak dillendirmelerine, karnı toktur. üç beş kitap okuyup, kahraman kargaşası yaşayıp, bunu "duygu" diye satanlar diye başlayıp ana avrat gidecektim. ama yok oğlum yok, hiç ses çıkarmayacağım. şimdilik.

"yorumsuz bir hayatı seçiyorum"

yorumsuz bir hayat çok acaip. aslında yorum yapmadan duramıyorsun kafanın içinde. herşeyi çekiştiriyorsun, kendinden ve herkesten kolayca nefret edebiliyorsun, ama yine de susuyorsun. bütün gereksiz sorunları büyütüyorsun, bin türlü çözüm yolu geçiyorursun aklından, ama tınmıyorsun yine de.

öyleyse elden ne gelir? ne gelsin. elden tamamen susmak da gelebilir misal. ama geçmişin üzeri örümceklerle kaplanınca, gelecek sende kalan tüm o boşluğa kusuyor, senin boşluğuna. gelecekte okuyacak birine yazıyorsun mesela, acaip... alo alo,duyuyor musun beni?

illa birine mi hitap etmen ya da edermiş gibi yapman lazım oğlum yazarken? illa birini mi düşünmen lazım bir şarkıyı dinlediğinde yüreğin hop hop hoplarken? illa? evet galiba illa böyle. bir hücreye bile tıkılsan böyle olacak.

"canlı cansız cümlemiz bir nesneden" tozlu geçmişi kaplayıp duran örümcekler resulallahı korumuşlar elbet de; mağarayı, hayvancıkları, derileri, gözleri, nöronları, ve herbirini yahut veliyullahı duyumsayamayan bizden değildir. zira örümcek de biziz, korunan da, koca bir dayağı tam suratımızın ortasına patlatılmasını hakeden de biz. ondan, parlak görünümlü zekalar üstlerine bu sorumluluğu almaktan imtina ediyorlarsa, o parlaklığın hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. misal, haiti'yi hiç yaşayamadıkları ve yaşayamayacakları ama hep üzerinde konuşacakları hissiyatlarının üzerinde yine bir gün söz ebeliği yaparken kullanacakları bir süse dönüştürmekte serbestler elbet. ama yarasaların gözleri zencileri çok kolay seçer, ondan hiç uğraşmasınlar. uçurumdan çoktan çıkmış, ayaklar havada yürürken, aşağı bakacakları gün gelir, ve çizgi film karakterleri gibi tepetaklak düşer olurlar.

yine başladın işte. ağlama canım benim. şikayet etme. örgütlen, örgütle... kendini ve herşeyini. derini, nöronlarını, gözünü, kulağını ve herşeyini.

free adam'da

karşı duvarda bir saat. zaman geçmek bilmiyor. saat tutuyoruz, geçmiyor. beş dakika sanki bir saate karşılık gibi. yelkovanları tutuyor birileri paranoyası işten bile değil. her şeyler çok ağır, yavaş... nereye baksam rasta saçları, ebemkuşağına bulanmış bir bob marley var. nereye baksam ben'den kurtulamıyorum.

anlatabileceğim birşeyler var, biliyorum. ama aksıyorum, öleceği kesinleşmiş bir aygır gibi, tökezliyor dilim ve anlatamıyorum derdimi. bunu asla kabul etmiyor yanımdaki. belki anlatabileceğin hiçbir şey yok, bu da bir yanılsama diyor. her birşeyleri ilüzyonla bağdaştıran çağın maskaraları artık canımı sıkmaya başlıyor. en az özcü, rutin tekrarlamaktan başka birşey bilmeyen tembel dindarlar kadar hasta ediyorlar beni. her ikisi de kukla olmaklığı kendi cephesinden gerekçelendirip durmaktan başka bir işe yaramıyor.

sesimi yükseltiyorum: "bu dediklerinle sen beni kendime düşman etmek istiyorsun" sonra gülüyoruz, etrafta bir melez üstümüze dikiyor bakışlarını, utanıyorum, sırıtmalar o an suratımızdan kaçıp gidiyorlar işte.

objenin boş yanı

insanın hayallerinin kırılması için önce bir hayalinin olması gerekir. mesela bir zaman bir makarnacı açmak gibi bir hayalimiz vardı. tek yapabildiğimiz sıcak denebilecek yemek olduğu için mi? olabilir. bunu banyoda, bir elektrikli ocak üzerinde yaptığımızdan, sonracığıma arkadaşla tıkınıp, yediğimiz makarnanın yer yer fiyonk, yer yer çubuk olan şekillerinde dışkılayacağımız fantazisinin bizi bizden aldığı hallerimiz mi? onun da bunda yeri vardır elbet.

insanın pek mühim birşeyler olması gibi boş hayalleri başlarda kendinden çok uzaktadır aslında. ben taksi şöförü olmayı isterdim hep. bundan daha fazla birşeye meylettiğimi hatırlamıyorum. ama iyi hatırladığım bir hayalim var...

evet iyi hatırlıyorum, küçük bir çocukken, sen diyesin dört ben diyeyim beş yaşındayken bir parkta ansızın salıncakta bana çok tanıdık gelen bir yüz gördüm. benim yaşlarımda ufacık bir kız çocuğuydu, ayacıklarını aşağı çekerken ve yukarı salınınca onları uzatırken pek mutlu, pek sevimli görünüyordu. ben de hatırlıyordum bu yüzü bir yerden. mutlaka onunla aramızda çok sıkı bir bağ olmalıydı.

o zamandan kalma bende bir yüz fobisi tecelli oldu ki, sormayın. her yüz tanıdık gelmeye başladı mesela. kime baksam, en görmekten çekindiğim yüzü görüyordum, içimi müthiş bir anksiyete doldurabiliyordu bu yüzler yüzünden. böyle böyle bazen özellikle tanımadığım yüzlere bakmaktan çekinir hâle bile geldim uzunca bir zaman. kim garantileyebilirdi ki karşıma çıkacak yüzün o korkunçlukta olamayacağını, işte şair nasıl diyor: "kimi sevsem sensin / hayret / in misin cin misin anlamıyorum" bendeki durum daha bir garipti. şairin dediği gibi kimi görsem "bir"iydi. ama ısrarla o birini hatırlayamıyordum, bazen annemim izlediği arkası yarındaki herkesin peşinde koştuğu, ve dizinin bütün elemanlarının sırayla ilgilenmeye başladıkları alımlı kadın karakterlerdi. bazen yeni taşındığımız bir evde, yeni tanıştığımız komşu kadına ilk baktığımda yakaladığımı sandığım ama anında kaybolan imgeydi. in miydi, cin miydi, melek miydi, uzaylı mıydı, neydi allaşkına bu?

bu durum o kadar garip birşey olageldi ki, genel olarak asla belirli olmayan ama bazı anlarda kendini çok kısaca, minnacık ele veren ve ansızın sabun gibi kayıp giden bir resim... aslında çok daha doğrusu beni böyle tesir eden içindeki resmin alındığı bir çerçeveydi. buna yine de boş demek yeterince doğrulukta bir tabir olmayacak. çünkü bahsettiğim çerçeveye baktığınız anda beliren bir resimin olduğu muhakkaktı, ancak bu resmin yarattığı sarhoşluk başınızı döndürdüğünden, kafanızı çevirmenizle birlikte, çerçeve o olağan zamanlardaki boş halini hemen yeniden alıyordu.

işte bunun miladı ben ufak bir çocukken yanında gitmekten kendimi alamadığım parkta neşeyle salıncakta sallanan o kız çocuğudur. görür görmez, sanki büyülenmiş gibi ona yaklaştım. ve işte o anda herşey dondu kaldı sanki. hani sizin hararetle izlediğiniz bir filmin en heyecanlı anında dividiniz donar ya... herşey mutlak sıfırın hemen hizasında, aynen böyle sabitledi kendini. topuklarını gerisin geriye çekişinden, ayaklarını tüm gücüyle gerip, alnımın ortasına çakışı... ben bu sıkı tekmeyi yiyecek yakınlığına nasıl yanaşmıştım? bilmiyorum. sonra bu kız gözü göre göre böyle sert bir çiftli tekmeyi nasıl acımasızca sallamıştı? bilmiyorum.

tek bildiğim, kendime geldiğimde, bana bayıldığımı söylediklerini anımsamamdan ibaret. dedem beni parkta baygın hâlde görünce çok telaşlanmış... filan.

ama sonrasında çok da birşey olmamış canım. çok şükür hayattaymışım hâlâ. sadece o günden sonra gökten inen bir çerçeve dolanmış beyin kıvrımlarıma.

ainda

çok şeyler söylerdim aslında. gece uyumadan önce kendi kendime dediklerimi elbet burada da yazardım dilim döndüğünce. ama neye yarardı?

üç günlük dünyada söylediklerim etki getirmeyecekse ben bu işte yokum. ondan kafelerde çene yapınca coşar gibi oluyorum, ama en sonunda çok fena sıkılıyorum. dediklerimiz eylemde değilse ben oradan kaçıyorum. tek başıma kalıp, angutlar gibi duvarlara bakmayı tercih ediyorum.

hiçbir şey hakkında düşünmemeyi. aklımda canlanan tüm resimlerin resmi tören geçidinde saygı duruşunda bulunmayı. bir uşak gibi onlara buyrunuz, geçiniz demeyi. tercih ediyorum.

yani kutsiyet sözde değil. kutsiyet mucizede. isa aleyhiselamın gösterdiklerinde değil. bir ölü canlanabilir, tabutunu darmadağın edebilir, bir körün birden badem gibi gözleri olabilir, ama mucize orda değil. mucize sözü edilemeyende. belki hiç bir zaman sözü edilemeyecek olanda.

başın mı döndü? bir koyu kahve çal kendine. o kadar.

[woher kommst du, schatz? başlık tam buradan geliyor.]

ülke

acaip bir ülkeden söz edeceğim size. gittiğimde tüm rengini içine çektiğim ülkemden, mesela eski tramvaylarından, bitmeyen iniş ve çıkışlarından, kanından ve barutundan. hep inkar etmek zorunda bırakılmış ülkemden sözedeceğim...

alay edilmek zorunda bırakıldığımız, ismini haykırdığımızda susturulduğumuz, vaktinde ankara'sından samsun'ununa, şimdi amed'ine, dersim'ine yürüdüğümüz, türkülerine ve herşeyine didinip de hakettiğimiz, çırpınıp da rızkettiğimiz ekmek gibi sarıldığımız, ama katledildiğimiz ülkeden sözedeceğim. mutlaka bu öyküde çiğ süt emmişler, aldatanlar, namussuzlar olacak. mutlaka kendi derdini anlatamayan yüreği hayallerle süslü delikanlılar olacak. mutlaka en sevdiği kadınlara bir adım bile yaklaşmaktan çekinmiş, sierralarla karıştırdıkları munzurlara taşıdıkları şiir kitaplarını okudukları günün ertesinde en kalleşçe vurulmuş, çekingen kartal yürekliler olacak bu öyküde.

santim santim benimdir diyorum. santim santim alay edileceğim. kendi öldürdükleri tanrılarını, üstüne mühürler bastıkları kağıtlarını benimle karıştıracaklar. her gün yerin dibine batırdığım kendimizi görmezden gelip, çamura bulayacaklar etrafımı. mutlaka sövüp sayılacağım. siyaset teorilerinde dar kafalılıkla suçlanacağım, aptallıkla, şu çağa uymamakla mesela. feodal bir çamur içine bulayıp da küfür ederek anacaklar beni.

sarışın bir rüzgar da benimdir halbuki. sabahleyin vapurlarında martılara bakarken attığım tüm simitleri, cami köşelerinde üstüne yem attığım tüm ürkek güvercinleri ve yanı başında dersi kırıp da inadına şarap içtiğim tüm camiileri de benimdir diyeceğim. anlamayacaklar. anlamsız dünyadan kendime misakı milliler örmekle suçlanacağım. içinde besmele geçmeyen bir allahsızlıkla yargılanacağım.

ama ille de sokrates benimdir diyeceğim. ille de olsun, en büyük dualarımı asos'ta akademinin karşısında şarap içerken ettiğimi tüküreceğim yüzlerine. köyünde okul yok diye komşu köye omuzlarda kış vakitleri taşınan oğullar ve babaları arasındaki en çarpık karmaşaları, çukurovanın tüm pamuk ırgatları, samanlıklarda tezek kokuları arasında en sıcak düzüşmeleri, her gün palabıyığını tarayan erkekleri, onurlu yörükleri, evlerinde her allahın günü sopa yiyen kadınları ve bir bayrağa sarılmışçasına dağlara kaçırılan kızları burdadır işte. ben tam oralıyım.

ahmet de buralı. soyadı türk olduğu kadar kürt olan ahmet de öyle. en az bir afrikalının olduğu kadar evim onundur da diyeceğim...

sokaklarında kaldırım taşları hep atılacak elbet. hep yokmuş gibi varsayılmışlar evlerinde yalnız başlarına fantastik öyküler yazacak. yasakların bile önüne çıkamayacağı tütünler, otlarla ölüme meydan okuyacak. yazdığı her satırda bir damla kanı dökülüyormuş gibi işleyecek sözcükleri. bağırınca tüm suratsız dünya yüz çevirecek ondan. bir serseri gibi... bir serseri gibi etrafı kırıp dökecek sözleri. bu sözcüklerde elbet o da vurulacak. çok geri öğelere sesleniyor diyecekler mesela. ticarete döktükleri beynelmilel sahte semaların müşterileri kutsal sözcükleri ağızlarına sakız edip bela okuyacaklar ona.

fransanın baldırıçıplakları gibi aşağılanacaklar. yaktıkları arabalar örnek gösterip ilkel vandallarla anılacak adları. modern dünyaya ayak uyduramamış zavallılar olarak geçecek adları gazete köşelerinde.

en anneye en babaya en namuslu sistemine karşı çırılçıplak duaları savuracak yine de. baader kadar kriminal olacak, bir intihar eşiğine gelince ağzına geleni söyleyecek fütursuzca, on tane görevli üstüne binse de zaptedemeyecek. hiçbir mahkeme, hiçbir kağıt parçası affetmeyecek onu.

işte en acaip ülkeden sözediyorum size. en sevdiğim. üstüne sevgilim der gibi titrediğim. küfrettiğim ve sevdiğim. bir ülkeden.

totem ya da tabu oynar mısın benimle?

inanılmaz bir dayak hakediyorum. üç tokat çakıyorum kendime, yine de ayılamıyorum. tanımlanamayan bir cisim kovalıyor peşimi, paçama yapışmış bırakmıyor. bir bilseniz, ne fena tesir ediyor sözcükler. ne güzel insansın deseniz mesela, hemen bir keşkül ısmarlarım size. ne muhteşem deseniz, çatalınızın hafif bir darbesiyle dağılacak mis gibi tel kadayıf.

ilkelim, evet ismet özel, ne güzel de tanımladın sen beni, en güzel tanımladın hatta: "şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin; kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin." ilkelim, ilkelim, ilkel. bu övgüye karşılık, sana da ısmarlayacağım bir vakit, babanın şarap çanağında bir kadeh rakı, hem de en türkünden en müslümanından.