di la vie di

bir adama bu yaşta bu kadar ara yeter. koy şu ikinciyi de filme kaldığımız yerden devam edelim.

nida

haylaza da bak. beşinde gıcık olduğu doktorunun parmağını kıtladı, ilk bisikleti yüzünden onikisinde bacakları hep yara bere. yirmialtısında kuşlar aldı götürdü apansız. o küçük kız binlerce şimdi, ve meydanda binlerce terkedilmiş bisiklet.

fatigue

küçük pantolum aşağılarda öylece yakalanınca kıyametleri kopardım tabii. ne diye odama giriyorsun, ne diye dikizliyorsun. bir de sorgulara tutmuşsun utanmadan. şansıma dilimi bilmeyen insanlar düştü. bunu mu anlatayım. her soruya kafamı sallayıp sallayıp durduğumu mu. bu yorgunluk türkülerinden bıkmadın mı. yok tuana yok, matem müjdeleyen kanlı baykuşların ocağına incir dikmeler filan yok bu kentte. salgın başladı başlayacak duymadın mı. cüzzamlıyı iyileştirecek peygamber filan bekleme. hem sen ne anasının gözüsün bilirim, zaten beklemezsin. hadi yakaladın beni böyle, gavurun polisine mi şikayet edeceksin. dememiş miydim sana. dememiştim. çıkıp gidersin diye ödüm kopuyordu herhalde, ondan olacak. artık korkacak birşey de kalmadığına göre. evet feodal tüfeğimle alıp tek atışta kanatırım seni. kafanın üstüne elma filan da gerekmez öyle. çık tuana çık bu odadan. seni bekleyen birileri var. camdan görüyorum işte, hacın motoruyla çaresiz duruyor. el sallama, gerekmez. motor kullanamıyorum zaten. adamın asabını bozma.

şeyler ve laleler

reklamlarda muz kokulu çoraplar, şeytan taşlamaları hac ziyaretlerinde ya da amsterdamda keklenmiş orjilerde kafaları bulmak, sırr-i hakikat aşkına her biri ne büyük aptallık. bunun farkında bile olmadan yaşamaksa akla zarar bir postmodern hadise. bir kere gülümsemekle sırıtmak arasında aşılamayacak koskoca bir fark var. birinde renk açmış çiçek bahçende beklersin yolcunu sabırsızca, diğerinde cesedin kendine tezat beyhude bir reaksiyon gerçekler çürümeye yüz tutmuş korteksaltı hücrelerinde.

gerekirse

herşeysizliğin derdini çekerim ben. hiçbirşeylerin şikayetlerini katiyen etmeden. hem öyle hiçkimseciklere de kızmadan, köpürmeden. en efendi, en sessiz çocuk da olurum nihayetinde. başımı sol omzuma doğru eğip yılmaz güney bakışı atarım. ağzımda ortası delik naneli bir halka şeker erirken, okul koridorlarında kıvırta kıvırta yürüyen kızların kurdelalı saçlarını çekip de fıyarım. tacizci de olurum, hımbılın teki de. seç, beğen de al birini işte.

isterik

ağlamaklı sesiyle şikayetleri sulusepken gibi üstünüze yağdırmaya başladığında kendisinin yıllar önce ümraniyeden değil de bakırköyden çıkmış olduğunu sanırdınız. halbuki o karabahtınıza düşen kronik bir piyangoydu sadece, her aldığınızda kaybettiğiniz.

cemâl

şimdiki. yüzler. ölü. kıvrımsız. aç gözlü. soluk makyajlı. simetrik, satılık ve sessiz.

yüzünü hatırladığımdaysa oniki numaralı imam nihayet gezegenimizde ete kemiğe bürünecek, üstüne üstlük isa babasıyla barışıp kucaklaşacak gibi bir his var içimde. nefesimi tuttum, bekliyorum bakalım.

pamuk şeker

çarçamur üstüm başım, bırak böyle kalayım. tüm iyelik ekleri ve şahıs zamirleri kalkmışsa tedavülden, sen diye bir şey zaten hiç olmamıştır, ben diye bir şeyin hiç olmadığı gibi. böyle vakitler yaşanmayan geçmişe ve yaşanamayacak geleceğe bol analı avratlı küfür düzülür. öyle ki diyalektik dediğin sapkın bir akıl yürütme, diyalog sağır duvarlara yönlenmiş zavallı bir haykırış, diyabetikse üç kilo baklavaya aldanmak karşılığında verilmiş adil bir sürgün cezasıdır. sevgilinin kestiği parmak acımaz hem.

jägermeister

eğer akmayan gözyaşlarımla yanıyorsam. eğer sana iletecek sözcüğüm kalmadıysa. bilesin, senin gölgenin düştüğü bir alman liköründe yüzüyorumdur. boğulana dek.

nasılsın

çok iyi sayılırım. özellikle de onluk sistemde. bir, iki, üç, dört, ...

karın tokluğu

ben sana külahımı vereyim, onunla konuş en iyisi, olur mu iki gözüm.
Bu blogun yeniden sonu geliyor. Geriye dönüp baktım şimdi, en eski blog postum 2007 Mart başları görünüyor. Muhasebecilik yapalım: Aradan iki yıldan fazla zaman geçmiş, dört beş kez silip yeniden yaratmışım, isimleri ve adresleri değiştirmişim, burdan gelen geçenle, birçok insanla öyle böyle tanışmışım, sevmişim, kızmışım, didişmişim, tartışmışım. Demek ki dünyamda öyle böyle yer edinmiş bir iş haline gelmiş blogculuk. Ama memnuniyetsizlik peşimi bırakmamış galiba ki, kullanıcı ismimi bile dört kez değiştirmişim!

Bol çelişkili yaşamda olanları ister istemez buralara yansıtmanın sonucu olmuş bu, sanırım...

Şimdi en başa dönünce şu zaman yazdıklarımla karşılaştırınca çok daha iyi şeyler yazdığımı görüyorum geçmişte; daha akıcı, daha cesur, daha yürekten mi dersiniz artık, bilmem ama daha iyi gibi en azından. İşte bir yerden sonra aksamaya başlamışım, dil'im dönmemeye başlamış, ve yazdıklarım kişisel çalkantılarımla, huysuzluklarımla da çarpışmaya başlamış. Halbuki kişisellik ancak zamana yayıldıktan sonra bir ayar tutturarak yazıya dökülmeli gibi uyuz bir ahlakım var sanırım benim. Bu kuralımı bozunca uzun vadede hoşlaşmıyorum kendimden.

Yanlış anlaşılmasın, elbet acaip bir şeyler döktürmek gibi bir niyetim olmadı, belli olduğu üzere yazdıklarım da aman aman olsun diye çırpınmıyorum zaten. Uzun bir süredir spontane, o an ne dökülmüşse aklımdan, bunları olduğu gibi aktarıyordum, sayıklıyordum. (Tabii aktarır aktarmaz hızlı bir düzenlemeden geçirmeye çalışarak...) Velhasıl kendi halimce karalamak amacından başka çok şey de gütmedi bu blogların her biri ama sonunda karaladıklarımı en başta benim sevmem, gerçekten sevmem gerekiyor. Bu sevgiye değer kılmak için de bir tür enerji gerekiyor.

Kibir diyeceksiniz belki içinizden ama o değil... Garip bir anksiyeteyle dolduruyor beni hemen aklıma gelenleri açmak. Bazılarınız anlıyordur mutlaka. Bazılarınız siliyor şimdi, duramaz bir aya kalmaz yeni bir tane açar diyecektir. Bazılarınız canın cehenneme, ne saçmalıyorsun. İşte bu bazılarınızın toplamı aslında bir bakıma da benim zaten.

Bir nefes almaklıktır bu gidiş.

Hoşçakalın şimdilik.

Ciao!

yazıya dair

Yazmak en baştan yasaklanmış öznenin ($) kendi üstüne çizik atmaya cüret etmesi demektir. Eğer çokça denildiği üzere yazmak (writing) aslında yeniden yazmaksa (rewriting), bu durumda çizikler üstüne çiziklerle dolu bir öznel varoluşu göze alıyoruzdur. Bu yazıdan ‘ben’ kadar ‘sen’ de sorumludur. Bundan yazar ve yazdıkları ayrıklaşır: Yazarın kendi yazdığına dair söylediklerini yazının ne’liğine dair bir kıstas olarak alamayız. İyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir. Yazar artık sadece kovulduğu dış dünyadan ona aracılık yapabilmeye muktedirdir.

Yazmak, yeniden yazmaksa eğer, sürekli bir fark ortaya koyabilme huzursuzluğunu kendine dert eder durur. Bu dert onun motorudur aynı zamanda. Fark, yazarın bulunduğu koordinattan kaçmak ya da uçmak için sürekli bir memnuniyetsizliği araç ederek oluşturduğu, farkedilmeyecek sonsuz küçük izlerdir. Bu minik darbeler her yazıda raslantısalsa da, biriken yazılar toplamı yoluyla bir karakteri ayırdetmek gibi bir umudu da içlerinde taşırlar sonuçta. Böylece memnuniyetsizlik kendini ortaya koyma şansı bulacak, ötekini yadsırken kendini de yadsıyacak ve hiç bilmediği bir evrene gireceği umuduyla yaşam enerjisini sağlayacaktır. Bir şarkı ya da ezberlenmiş bir dua ağzımızdan çıktığında “akılsız”ca kendini tekrar eder ve böylelikle dinleyene de söyleyene de haz verir. (Ya da daha doğrusu ‘gaz’ verir.) Çünkü hazzın zerrece aklı olmaz; o, akla en yakın mesafedeki akılsızlıktır. Haz, aklın son kertede akılsızlığa aktığı noktada fışkırır.

Yazı, mikro ölçekte akılsızca evrilerek kendini idame ettiren sürecin bir parçasıdır işte. Her akılsız kelime çıkarımından sonra, yazar kendinin günün sonunda değişeceğine iman eder. O yüzden usta bir nişancıyı taklit edercesine tek gözünü kapatır da yazar. Her yere dikkat kesildiğinde aslında gidecek hiçbir yeri yoktur çünkü, bundan tek yapabileceği dışavurduğu akılsız bir söz’le yaşamın aptal kutsiyetine yaraşır olmaktan ibrarettir.

kimseli ya da kimsesiz

“… Bir zamanlar kendime: ‘Hayatı anlamak mı, hayatı yaşamak mı?’ diye sormuş ve anlamayı, dahası anlamaya çalışmayı ve anladıklarımı da yazmayı seçtiğimde, orada kimsesizliğimin, kimselerimden hakiki olduğunu bütün çıplaklığıyla görmüştüm; ben aslında o gün bugündür kimsesizim… Bu yüzden birileri, olsa olsa kimsem değil, kimsesizliğim oluyor benim…
Hayat ve ilişkiler, kimsesizliğinizi kavramanız için çok fırsat sunar size; gerisi size kalmıştır…Ya inanır ya da avunmayı sürdürürsünüz.Bu konuda gerçekten özgürsünüzdür. ”

“…Deliler, şizofrenler, filozoflar ve şairler dışında herkesin bir ‘kimsesi’ vardır; tabii bir de genellikle yok sayılan kimsesizliği… Çünkü insan, hep kimsesine bakan, kimsesizliğini ise inadına yadsıyandır… Bu yüzden ‘derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını’ anlayıncaya dek, hep ağlaya sızlaya koşar dururlar kimselerine; çünkü insan, sürekli avunması ve avutulması gereken bir varlıktır.”

[Yılmaz Odabaşı, Herkesin bir kimsesi bir de kimsesizliği]

Gerçi bu kadarı yeter ama tamamı şurada alıntılanmış.

Alis'e

“And I will think of this
When I am dead in my grave”
(T. Waits)


Kimsesiz bir ceset. Türkü söyler. “Bir gün bu dünyadan göçüp gidersem”. Gariptir, ceset göçtüğü yerden ses çıkarmakta, olup bitmişin arkasından acılı bir ıslık çalmaktadır. Sesi duyulmaz ama kendini över durur ara ara. Ceset, seksensekiz dili birden (içinden) konuşur ama (dışından) duyulmaz. Ceset, Deleuze’un o yabancı aksanla yazmak olarak betimlediği stilin sahibidir. Stilli’dir maşallah.

Olmadık yere heyecanlanır, koca kalbi çarpar durur. Yerinden kalkıp, dans edecek platform arar mezarında. Olmaz. Stil sahibi değil boşuna: Kefenindeki gibi beyazdır saçları büyük ihtimal, içine girdiği tabutun kahverenginde de bıyıkları olsun ister bir de hüdadan. Üstüne ekilen çiçekleri göremez, düşler onları. Kafasındaki papatyayı katrilyonlarca kez yolmuştur halbuki her sene: O geldi ve ağladı, o geldi ve ağlamadı, o gelmedi ve ağladı, o gelmedi ve ağlamadı. Mezarı nasıldır acaba. Düzenli mi, kaç kez çocuklar su dökmüştür, kaç ayyaş işemiştir, kaç it kakalamıştır, üzerinde sevişen olmuş mudur. Saçmasapan sorular gibi görünebilir bunlar. Ama cesedin zamanı sonsuzdur, mekanı da daracık ve bir o kadar sonsuzdur yine, hayaletmek, yaşayamadığı gerçekliğin ne olduğu üstüne zihninde durmaksızın imgeler oluşturmak zorundadır. Velhasıl kendi mezarında kürek mahkumudur o.

“Düşler birleşsin, gerçekliğe yerleşsin” isimli harikulade bir eylemin organizatörü olmak istemiştir vakti zamanında, ama çok geçtir. Ertelenmiş düşler artık ancak bakterilerin, tür tür böcüklerin (böcek deme bana), selocanların (solucan ne iğrenç bikelime), mikimauslarla (sıçan çok kaba bikere) katıldığı orjilerde imkansızlığın en dibinde varolabilir. Bundan sapkın bir haz mı alır eskisi gibi, alsa n’olur almasa n’olur.

Acımasız birileri ‘o hakettiğini almıştır’ demişti sadece.

Placebo effect

God damn it!

The price of not knowing enough German: Drinking decaffeinated coffee every goddamn morning.

It was Aldi, it was cheap and tell me why I am supposed to know the meaning of Entkoffeiniert !?

This explains my shitty, sleepy days despite my coffee filled stomach.

[I don't have Turkish keyboard right now and this is the first and the last English post in this blog.]