hayli ideolojik bir sitem

ahmet'e

yoldaşım arıyor, sesi buruk. kendisinin inşaatçı olduğuna bakmayın, tam bir burjuva. yaz demiyor kış demiyor bir şantiyeden bir şantiyeye atlıyor. ama dediğine göre şantiyeye kız atmıyormuş. sadece arada tepesi atıyormuş, sinirleri bozukmuş bu ara, kafası dumanlıymış, karısıyla sorunları varmış, abisi piçin biriymiş. nasıl yoldaşsın. bak yan şehirde wuppertal'in delikanlısı engels, vakti zamanında pek sevgili dostu marx'a para bile yolluyormuş. benim yoldaşımsa, paradan şikayet ediyor, o denli burjuva. bir de oğlum ben kapital mi yazıyormuşum sanki de, para gönderecekmiş. işçi sınıfı kalmadı diyor üstüne üstlük. hadi şantiyede çalışanları bir kenara atalım sevgili yoldaş. peki, bir hadis-i şerifimizi de mi es geçersin be hey kafirin oğlu. işçi sınıfı çin'de bile olsa gidip alınız. hadi gittik bulduk aldık diyelim de. çinceyi öğrenene kadar anamız ağlar, onu daha fazla ağlatmak ayıptır. hayat yetmez ona. o da yetmiyormuş gibi çinlileri japonlarla karıştırmamak yetisini kazanmak, o accaip kokulu yemekleri yiyebilmek sabrı... beklemek ve babayı almak ne demektir biliyor musun yoldaş? misal ilkokulda süt çocuğu iken günlerden bir gün bedava radyasyonlu fındık dağıtım sırasına girmek, ve sıra tam sana geldiğinde fındık paketlerinin tükenivermesidir. fındık dağıtıcısı ablanın "ah canım sana kalmadı, bitti hepisi" demesidir. sonra yetiştirilip bir yetişkin kıvamına geldiğinde, o fındıkların neden devlet eliyle beleşe dağıtıldığını öğrenirsin. bi kazım koyuncu daha dinlersin. sevinsen mi. o fındık paketçiği sana gelmedi ya, ama bir sor niye. niye. çünkü evladım, radyasyon filan vardı içinde, çernobil sızmıştı ona. seni düşündüm işte. tam sıra sana geldiğinde avucunu yaladın ama bir hayır vardı bu işte. hayır hayır hayır. ben böyle hayır istemiyorum yoldaş. az biraz zehirlenirdim, en kötü ihtimal otuzumdan önce ölürdüm, ama yirmimden sonra olurdu bu kesin. seni tanımış olurdum o arada, ki o zamana kadarki gevezeliklerimiz yeterdi. çok zor yoldaş işte, bu beklemek, bu fındık niga niga züppelikleri, bu postmodern dervişlik bana göre değil. anlıyorum, yine haklısın, her zamanki gibi haklısın. ben burada köle olarak çalışırım, gün gece saat salise bilmeden, alınterimden kendime tonlarca zamanlar yaratırım. biliyor musun? zaman çok değerli yoldaş bu zamanda. feodal esmerler olarak, endüstri devriminden çok kötü huylar kaptık ingilizlerden, bir de sat bir'de "das ist gut" temalı ilk almanca cümlelerimizle ahlaksızlığımızı çoğaltacak ilk adımlarımızı attık. kafanın bir köşesine iyice yerleştir bunu: şu anda almanca konuşmak zamanı yoldaş, fransızca için bekleyecek sabrımız namevcut. öleceğiz, gebereceğiz, ne şantiyesinden bahsediyorsun oğlum hala. bırak çorum'a gitmeyi. bırak kerkük boru hatlarını, azeri petrollerini. bırak bu patronluğu artık. hadi hep beraber mis gibi grev yapalım.

darılma bana nazan, niyetim iyi

geçmiş yıllarda yazdıklarıma göz atınca, hayretler içinde kalabiliyorum. sanki bir film sahnesinin üstünden beyaz bir ışık geçmiş, sanki şu bir zamanlar tv kanallarında sakallı adamların huşulu bir sesle anlattıkları o mistik öyküler içindeyim. hiç de mistik olmayan bir mistizm bu ama. silen ve üstünden geçen, vileda tadında bembeyaz bir temizlik.

o beyazdan sonra geriye çok da şey kalmamış gibi. ya da yeterli bulmuyorum. hırs yaptığımdan mı? bana birşey anlatmıyorlar. birşeyler çalacağım diye korkuyorum, o şairden bu söz yazarından. halbuki ağızdan çıkan herşey bir çalıntı. çalmayacaksın emri bu düzlemde pek bir anlam ifade etmiyor, zira böyle bir seçenek yok. ağzını açar açmaz söylenen herşey de yalan, lacan'ın dediği gibi. ve'lem yelid ve'lem yalan. (heyecan yok) hiç yalan söylenmeyince rahatsız bile olabiliyor insan. garip değil mi? harbiliği bile dozuna göre alabiliyorum, yavaş gelin üstüme. zira karşınızdaki tır değil, etten kemikten bir yaratık.

bir romana şaşırdığım kadar bu dünyaya şaşırmıyorum ama. herkesin motivasyonu öyle belli ki. ölmekse ölmek, çiftleşmekse çiftleşmek, saldırmaksa saldırmak, korunmaksa korunmak. roller öyle cup diye oturmuş ki, nerde lan buranın soyunma odaları, üstüme bir elbise ben mi bulamıyorum? ama hep bir depresif hava. biri demişti, çok geçmez yakında devletler sinek savarlar gibi, helikopterlerden antidepresan spreyleri sıkacaklar herkesin üstüne. kim demişse iyi demiş.

sıkın ula sıkın. genetikleri iyice değişsin ki milletin, bir kısmımızın da bir organik, özgün yanı kalsın. daha pahalıya satalım kendimizi. asırlar geçti, onca devrim oldu filan ama bunlar aristokrat kaldı desinler. bir de beş parasız ama. ondan uluslarası pazarlarda edebi köleler olarak kendileriyle övünsünler, umut bile satabilsinler diye. zira umut ağızlarda çiğnenen bir sakıza döndü. kalk hanım kalk, birşey yap artık, bak hep ölüyoruz. finalim var, çalışmam lazım diyor orda bir ergen, eğer olmasa mutlaka eyleme katılırım. mutlaka umudu büyütürüm. kendini büyütse halbuki önce. ah güzelim. senin hiddetlenmen de güzel.

finalin, vizen, projen, tezin varsa bana ne? baban bırakmıyorsa? finalin filanın bitince ne olacak, bak: gelip, karım ya da kocam bırakmıyor, kaynanam yemeğe geliyor diyeceksin. senin evine çay içmeye bile bir kadınla gelmek zorunda kalacağız. kalkmış umut diyorsun. sonra boş ekranda boş zamanında yer buldun ya, gelip ekrana kendini boşaltıyorsun. herkes de yiyor. çünkü onlar herkesler. yani dar kapıdan asla giremeyecek olanlar demiyorum bak. dar kapıyı akıllarına bile getiremeyenler.

darlandım artık. burda bittim. burda. bu. hatta gidiyorum, bu.

utanmazlık

alkazar'ı kapatıp, sonra da kapısının üstüne "geçmişin nostaljisi değil, geleceğin gerçekçi düşleri peşindeyiz" yazılı afişler asabilmektir.