homeostasi

Karanlık. İçine hiçbir ışığın sızamayacağı kadar. Aynı sözcüklerimizden arda kalan sessizlik gibi. Aynı gülegülelerimizin sonrasındaki hiçlikler gibi.

Vaaz verecek hali yok. Konuşacak hali yok. Masasının dibinde ağzı açık bir paket sigara. Aklına gelenlerin alakasızlığı kafasını zonklatıyor. Gelen tek ses televizyondan. Sarı kafalı civciv gibi bir kadın Brezilya devlet başkanıyla konuşuyor. Anlamıyor, tüm bu ticari, askeri anlaşmaları kafası almıyor. Tek bildiği bir şekilde evine gelen ekmekle bu anlaşmaların bir ilgisi olduğu. Devlet başkanının neye bağırdığını kafası almıyor.

Yıllardır kendisinin yüksek sesle savunduklarındaki tonsal şiddeti de anlamıyor. Yaşlandı da ondan mı... Bilmiyor. Eğer tek parmağını kaldırmak için bu denli zaman geçiyorsa yaşlanmış demektir. Bir yandan annesinin, "senin hep bir çocuk yanın var, ondan kurtulamazsın" dediğini hatırlıyor ama rahatlatmıyor bu sözler onu. İçinde kalacak zerrece çocuğun çok büyük zorluklara sebep olduğunu biliyor. Tecrübelerinden biliyor bunu. Yaşlanıyor, belli.

Herkes kaçıramayacakları fırsatları anlatıyor ağızlarından saçtıkları tükürüklere bulayıp. Aldıkları tiren biletlerinden, ve o tirenle gitmek istedikleri şehirlerden, sayısısız keşiflerden bahsediyorlar. Herkes sunulana şükranlarını sunuyor, ve her sofraya iştahlı oturuyor. Olan olmalıymış! Olması gereken olmuşmuş! Olacak olanı planlanmalıymış!

Kafası karışıyor. Tüm bu düzen içinde bir mikro düzen olarak varlığını devam ettiğini anımsıyor. Evini ve sokağı, ülkesini ve Afrikayı, okulunu ve süpermarketleri, hücre zarını ve beyin-kan bariyerini. Duvarlar tüm bu şaaşaya karşın hiç ama hiç yıkılmıyor. Bu yıkılmazlıktan bir dinamik yaratıp, açıklamalara girişmeyi anlamıyor. Midesi bulanıyor ve hala kusamadığına inanamıyor. Tüm küfürlere, canlı canlı yananlara, ihanetlere, her türden ikiyüzlülüğe rağmen bu dünya yıkılmıyor. Kendinin de bu dünya gibi hala ayakta durduğuna iyiden iyiye şaşırıyor. Herşeyin böyle yerli yerinde olması allak bullak ediyor iyice onu.