İnsanın kendinden bahsetmesi çok zor bir durum. Bahsettiği andan itibaren yalan söylemesi, hatta daha da kötüsü kendini bu yalana inandırarak söylemesi büyük bir ihtimal. Dedikoduların, üçüncü ağızdan karakterlerin, objektifmiş gibi bir dile yaslanmanın kolaylığı da burada. Çünkü orada konuştuğumuzda ya da yazdığımızda aslında 'biz' yokmuşuz gibi yaparız, sorumluluk almaktan yırtarız. Ama dedikoduda çok zaman bahsedilen kişiye "vay" dediğimizde gizlenilen bir haset, kıskançlık durumu yok mudur ? Dikkatle bakılsa görülecek ki her heyecanlı dedikodunun asıl merkezinde dedikoducular var.

Tüm bu riskleri alarak yola koyulduğumda, farkında olmadığım sponten abzürd yanlarım olduğunu görüyorum. Abzürd'e ilgim de var; belki kendimle kurduğum bir alakadan kaynaklı... Hayatta kaybedenlere bakarken şu iki kategoriyi ayırda dikkat edelim: Okey oynarken yanlışlıkla elindeki okeyi atanlar... Bu abiler ve ablalarımız oyunda bilemeden "salaklık"larından 'hata'lar yapmışlar, bol bol okey atmışlar, önlerine çıkan şansı 'bilmeden' tepmişler, ama hemen sonrasında pişman olmuşlardır. Bu vatandaşlar bir tür Müslüm-Orhan edasında isyan ederler; ama istediklerini bir kez elde etmeye görsünler, "kraldan çok kralcı" kesilirler. Devrimlerde yoldaşlarının başını keyifle koparmaya hazır güruh bunlar içinden çıkar.

İkinci kategoride kaybedenler bir başkadır. Bunlar içinde en kralları bilmeden okey atmaktan çok piyonu dama tahtasındaki son karelere taşıdıktan sonra; orada bırakanlardır. Sallinger'in o biricik romanında dama yapan ama son karede tutarak oyun boyunca yaptığı damaları hiç kullanmayan bir kadın karakterden bahsediyordu. Kahramanımız da doğal olarakbu kıza sevdalıydı. Bu benzetmeyi ordan arakladım. Bu kategori okey'i bilerek atan insanları kapsar işte. Bunlar kaybedenler içinde bir azınlığı oluştururlar; isyanları tüm bu oyunun kurallarını değiştirmek için vardır. Oyun biter ve başka bir oyun daha isterler. Bu bahsettiğimiz kategoridekilerin devrim sonrası kafalarının kopması çok daha kolaydır - histerik bir yanları olduğundan iktidara yapışmayı pek bilemezler.

Öyle aptaldırlar ki, örneğin iki insan arasında bir Allah hayal etmek isterler; sayılamayacak kadar çok Allah. Mağaraya bağlı olduklarını bilirler ama öte yanını hayal edip dururlar; hayallerinde onlar için ulaşılacak bir yer yoktur aslında. Küstahlar! Hayalin ta kendisidir onları ayakta tutan. Geri kalanına aldırmazlar. Yoksa ilk elde çift okey gelse ne yazar!

Tarihi böyle böyle İsa-Judas, Ali-Muaviye, Pir Sultan- Hızır Paşa, Troçki-Stalin gibi ikilemlere bölebilir miyiz? Bilmiyorum.

Eğer son zamanlarda kullandığım fiillerden bir 'kelime bulutu' yapasalardı, 'bilmiyorum' kolaylıkla birinci sıraya oturabilirdi. Bilmiyorum ama bilmiş gibi yapıyorum, bildiklerim hep bilmediklerimin kocamanlığını hatırlatıyor bana. Bu çok saçma. Neden böyle bir misyonu yükledim kendime? Halbuki herkesin beklediği, iyi, anlayışlı, para sahibi, gerektiğinde yan bakış atıldığında delikanlı ayaklarına giren biri olabilirdim. Daha küçük bir ilkokul çocuğuyken, süs olsun diye en üst sıralara konulmuş Larousse'ları almaya çalıştığımda, annemin beni "yine dağıttın etrafı, bırak ansiklopediyi" dediğini çoklukla hatırlarım. Bıraksa mıydım?

Bırakmadığımdan ve belki başka bir sürü sebepten, fiziksel dünyayla irtibatta sakatlandım. Bu mazoşist bir kabullenmeydi belki. Benden beklenenler o kadar çok oldu ki, kendimden hiçbir şey beklemedim. Üniversiteye girerken, hiç bir mesleği kendime yakıştıramadım. Rastgele tercihler yaptım. Bir üst merdivene tırmanırken, karşıma ne çıkacak umursamadım. Her haltı yapardım ben. Her türlü acıyı da çekebilirdim belki. Aptalca denebilir - öyleydi bir bakıma.

Üniversitenin ilk senesinde arkadaşlarımın hayalkırıklıkları beni öyle şaşırtmıştı ki, anlam verememiştim buna. Nefes almaktan, o iki, üç, beş ve on insan arasında sayılamayacak Allahlar yaşatmaktan başka ne beklenebilirdi bu dünyada? Hala çok da başka şey beklemiyorum bunun haricinde. Bu türden bir narsistlik ayakta tutabilmiş beni. Ondan ne kadar sert olsam da zaman zaman, başka insanların yaralarını hiçe sayan o kadar da çabuk vaazlar edemiyorum. Etmişsem de utanıyorum. Alay'ım kendime. Alaysız ve mizahsız bu gülünç halime ve hallere başka nasıl dayanabilir insan.

Yine bilinmeyen bir yola çıktı yazı. Başlığı da olmayıversin.

Sabah seni babana götüreceğim arkadaş


- Sen hiç attan düştün mü?
- Düşmedim
- Benim canım attan düşmek istiyor
- İnşallah düşersin

bobby peru


bobby peru karakterini ilk gördüğümde bir heyecan kaplamıştı. sevdiğim en iyi film sahnelerinden ve en sempatik anti-kahramanlarımdan biridir.

bobby peru'nun fallik çirkinliğiyle bütünleşen o şahane nezaket gösterisine, "bir gün olacak tabii tatlım, ama şimdi gitmem lazım" muhteşem sözleriyle geri çekilişine kahkahayla şahit olmak... kahramanımız siyaseten doğruluğun ötesinde bir cürretle dişil özneye yaklaşıp, ondan bilinçdışının dehlizlerinde kadının kendisine ait reddemeyeceği bir istekte bulunup, kadını fantazisiyle yüzleştirip, kibarca geri çekilir; şu ahlaksız jung'un yapamadığını yapar!

bobby peru efektif ve başarılı bir psikanaliz dersini bir iki dakikaya sığdırmıştır. ondan kendisini pür dikkat izlemek lazımdır. bobby peru'dan etkilenmeyen birinin dahil olduğu siyasette radikal bir damar olabilemez. düşüncesindeyim.

Yazıda hermafroditlik

Bu blogdaki bir önceki post'la iyiden iyiye farkettim ki ben iki tür algılayış arasında sıkışıp kalmışım. Birincisi büyük harfli, tanımlamaya, analize, sebebe, sonuca, rasyoya dayalı 'erkekçil' yazılar - bir zamandır bu tarza takılıydım. İkincisi ise sezgilere, teslimiyete, duyguya, duyumsamaya, kendini bırakmışlığa dayalı 'dişil' yazılar. Hermafrodit düşünsel bir arafın yansıması oluyor işte bu köşelerde öylesine karaladıklarım. Henüz bu ikicil zihinsellikten kurtulabilmenin bir yolunu da göremiyorum. Tek yol: suskunluk olabilir.

Her erkekçil (dişil) yazımda ya da ifademde dişil'in (erkekçil'in) eksikliğini duyuyorum - bu beynimdeki zindansı parçalanmışlığın dışavurumu olsa gerek. Her ikisinden de tam olarak kopamıyorum, esirim. Dişil olandaki ham kabullenmiş güçsüzlük, erkekçil olanda ise güçten kaynaklı güçsüzlük rahatsız edebiliyor. Dişil olanın barındırdığı yakarış rehabilite edebiliyor beni - erkekçil ifade ise önümü "adam" akıllı gösteren bir pusula sunuyor.

Bu ikilikten bir çıkış var mıdır, inanın bilmiyorum. Ama en azından bu tür yazıları aynı platforma koymamalıyım sanırım. Belki tüm yazıları silmeli ve bir zaman gerçekten susmayı becerebilmeliyim. Belki önümde duran asıl ama bir türlü geçemediğim test bu. Sadece buradaki karalamalar olarak değil yaşantısal olarak da...Bakalım.

seneler

ben bu dalgınlığı kimden öğrendim? sözcüklerin hecelere bölünüp de beynime üşüştüğü çocuk tedirginliği nereden çöktü omuzlarıma da yollar sızlattı bedenimi. bilemedim. filmi geriye her sardığımda bu vebanın kimlerden, nerede ve nasıl yayıldığını fark edemedim. yaşananları zaman aralıklarına bölmek yakışık almazdı: bundan gururla kuşandım dalgın kıyafetimi.

yol aldım yine de. ağır aksak - zaman zaman kimseye ve özellikle de kendime bile hissettirmeyeceğim neşe maskeli beyhude bir tonda ayak uydurdum ritmine keyfinden kabarmış bir kargaşanın. bir kaplanın içinde kaç ceylan vardır gibi bir soruya cüret edemedim çoğu zaman ya, kaldı yine de aklımın bir kenarında. en sevilen ergen kitabına iliştirilmiş silik bir ders notu misali...

hesabıma düşen yorgun argınlık bir şeyler de katmış bana: tüm yıkılmışlığınla bir başına kalmak şövalyeliği. ismi melankoli ismi yer yer budala seviciliği ismi ırmak aynana aldanıp da boğulacağın zavallı bir narsistik tuzak ismi kalbindeki bir kayada kazılı olmalı. elini kaldırmaya takati olmayan bir şövalyenin dünyaya meydan okuması - tüm bir yokluğa ben de varım diyen bir sessiz sedasız yılmaz güney bakışı kalmış cüzdanımda. saçma tüm bunlar. tüm bu proteinlerden var olan ben ve ötekiler. her an gözeneklerinden nefes alıp veren ritmik yaşam çeşitliliği. ama yine de bakışı bu. ama yine de ben otuzumu almış geçmiş koca ihtiyarlığımla senin delikanlı gezegenine kafa tutuyorum. gel de uyandır beni hülyamdan, erkeksen.