her mevsimde

en az bir kere yokolma isteği duyuyorum.

en az bir kere tenha mahalime dalıyor gözlerim... her ad koyuşumuzun rafta kalma ömrünün ne az olduğu geliyor aklıma.

bakıyorum doğru düzgün bir kabım yok benim. cilaları dökülmüş sabahlara uyanıyorum. bir yazı bile gelip kanıma dokunacak mı artık, bir resimden karanfil kokusu çıkaracak mıyım, yoksa azaldığımızla mı kalacağız gecekondumuzda? karşı konulamayacak ne var ortalıkta?

bu harfler eksik en az ben kadar. ondan, ara ara alfabelere abanıyorum. ondan, iyi görünüyorum aynalara...duvarlardan iyi olduğuma dair yankılar çarpıyor suratıma suratıma.

midemde duyduğum o ekşi geçmiş, ne olduğunu bilmediğim eskimiş bir yemek zehirlenmesi, o kadar. herkes de o akşam aynısından yemişti halbuki.

kırılgan muğlak

podyumun ortasında bir kadın elleriyle yüzünü korurken sağlı sollu boyaların robotlarca fırlatıldığı bir mekânı düşünün. seyircilerin alkışlamaktan elleri acımış, yine de patır patır çırpıyorlar, ıslık çalıyorlar. bir ahtapot kalabalığı. arada bir avrupa boyu uzaklık var. ağızlardan akan boyalara bulanık sevgi sözcükleri koro halinde çıkıyor.

yıllardan kaç olduğunu bilmiyorum. bunu huxley'e sormak lazım. ama bir numara var işte. herkesin üzerinde anlaştığı liberal bir yemin var. bazıları kolayından buna dua diyor. bazıları kültür ve sponsordan sorumlu bir tavırla elini çenesine dayamış salya sümük düşünme havasında. alabildiğine mobil, alabildiğine hıza bulanık ve mutlu. heeheyt kim yakalayacak seksendokuz gigahöstlük ruhunu.

kadın olduğu yerde dönüyor. robotlar artık görevlerini tamamlamışlar. tüm vücudu rengarenk. alnından ta ayak parmacıklarına kadar heryeri alacabulaca. ve alkışlar geometrik olarak artıyor. bir biblo kedi düşünün. okşanan ve zamanı geldiğinde istemsiz bir tekme vurulan. zamanı geldiğinde kırılacak olan. hızını alamayan bir ahtapot kalabalığı. medeni para kokusunun sindiği bedenlerine tonlarca deodorant sıkıyorlar. elleri dine bulanmış, barlar, kahkahalar eşliğinde şeytan taşlamaları. aralıksız. nefessiz.

antep fıstığı

elini poşete daldırırsın. bir bakmışsın kabuğu tamamen kapalı (shell wide shut) olan gelmiş. diş kırmak riskine girmeyeceksen, açmaya imkan yok. balkanlarda buna soğuk hava dalgası dendiğini duymuştum.

elini poşete daldırırsın. bir bakmışsın kabuksuzu. buna halkımız 'çıtlak' diyormuş. çıtlaklığa ek olarak, üzerindeki morumsu yumuşak tuzlu kabuk dahi soyulmuş olarak gelebilir. bu ikincisinin seveni var, sevmeyeni var. öyle ya da böyle, tuzlu kabuğuyla ya da değil, çıtlaklığa rastgelmişsen hiç uğraşmadan ağzına atarsın. bu vaziyetin ortadoğuda 'hallahoop' olarak adlandırıldığına dair türlü söylenceler var.

her iki durum da nadirdir. bir arjantin deyiminde dendiği gibi, allah'ın cilvesidir. zira normal şartlar altında kabuğumuzun kapısı -az ya da çok- aralıktır. o aralık senin kaderindir. saygı duymayı bilmelisin. enseye bak, dedim sana.