objenin boş yanı

insanın hayallerinin kırılması için önce bir hayalinin olması gerekir. mesela bir zaman bir makarnacı açmak gibi bir hayalimiz vardı. tek yapabildiğimiz sıcak denebilecek yemek olduğu için mi? olabilir. bunu banyoda, bir elektrikli ocak üzerinde yaptığımızdan, sonracığıma arkadaşla tıkınıp, yediğimiz makarnanın yer yer fiyonk, yer yer çubuk olan şekillerinde dışkılayacağımız fantazisinin bizi bizden aldığı hallerimiz mi? onun da bunda yeri vardır elbet.

insanın pek mühim birşeyler olması gibi boş hayalleri başlarda kendinden çok uzaktadır aslında. ben taksi şöförü olmayı isterdim hep. bundan daha fazla birşeye meylettiğimi hatırlamıyorum. ama iyi hatırladığım bir hayalim var...

evet iyi hatırlıyorum, küçük bir çocukken, sen diyesin dört ben diyeyim beş yaşındayken bir parkta ansızın salıncakta bana çok tanıdık gelen bir yüz gördüm. benim yaşlarımda ufacık bir kız çocuğuydu, ayacıklarını aşağı çekerken ve yukarı salınınca onları uzatırken pek mutlu, pek sevimli görünüyordu. ben de hatırlıyordum bu yüzü bir yerden. mutlaka onunla aramızda çok sıkı bir bağ olmalıydı.

o zamandan kalma bende bir yüz fobisi tecelli oldu ki, sormayın. her yüz tanıdık gelmeye başladı mesela. kime baksam, en görmekten çekindiğim yüzü görüyordum, içimi müthiş bir anksiyete doldurabiliyordu bu yüzler yüzünden. böyle böyle bazen özellikle tanımadığım yüzlere bakmaktan çekinir hâle bile geldim uzunca bir zaman. kim garantileyebilirdi ki karşıma çıkacak yüzün o korkunçlukta olamayacağını, işte şair nasıl diyor: "kimi sevsem sensin / hayret / in misin cin misin anlamıyorum" bendeki durum daha bir garipti. şairin dediği gibi kimi görsem "bir"iydi. ama ısrarla o birini hatırlayamıyordum, bazen annemim izlediği arkası yarındaki herkesin peşinde koştuğu, ve dizinin bütün elemanlarının sırayla ilgilenmeye başladıkları alımlı kadın karakterlerdi. bazen yeni taşındığımız bir evde, yeni tanıştığımız komşu kadına ilk baktığımda yakaladığımı sandığım ama anında kaybolan imgeydi. in miydi, cin miydi, melek miydi, uzaylı mıydı, neydi allaşkına bu?

bu durum o kadar garip birşey olageldi ki, genel olarak asla belirli olmayan ama bazı anlarda kendini çok kısaca, minnacık ele veren ve ansızın sabun gibi kayıp giden bir resim... aslında çok daha doğrusu beni böyle tesir eden içindeki resmin alındığı bir çerçeveydi. buna yine de boş demek yeterince doğrulukta bir tabir olmayacak. çünkü bahsettiğim çerçeveye baktığınız anda beliren bir resimin olduğu muhakkaktı, ancak bu resmin yarattığı sarhoşluk başınızı döndürdüğünden, kafanızı çevirmenizle birlikte, çerçeve o olağan zamanlardaki boş halini hemen yeniden alıyordu.

işte bunun miladı ben ufak bir çocukken yanında gitmekten kendimi alamadığım parkta neşeyle salıncakta sallanan o kız çocuğudur. görür görmez, sanki büyülenmiş gibi ona yaklaştım. ve işte o anda herşey dondu kaldı sanki. hani sizin hararetle izlediğiniz bir filmin en heyecanlı anında dividiniz donar ya... herşey mutlak sıfırın hemen hizasında, aynen böyle sabitledi kendini. topuklarını gerisin geriye çekişinden, ayaklarını tüm gücüyle gerip, alnımın ortasına çakışı... ben bu sıkı tekmeyi yiyecek yakınlığına nasıl yanaşmıştım? bilmiyorum. sonra bu kız gözü göre göre böyle sert bir çiftli tekmeyi nasıl acımasızca sallamıştı? bilmiyorum.

tek bildiğim, kendime geldiğimde, bana bayıldığımı söylediklerini anımsamamdan ibaret. dedem beni parkta baygın hâlde görünce çok telaşlanmış... filan.

ama sonrasında çok da birşey olmamış canım. çok şükür hayattaymışım hâlâ. sadece o günden sonra gökten inen bir çerçeve dolanmış beyin kıvrımlarıma.

0 comments: