http://reklamlar.tc/

Merhamet filan değil, Ay-dın-lan-ma!

Kristallnacht diye neye diyorlar biliyor muydunuz? Nazilerin Almanya'da ve Avusturya'da Yahudilere ilk saldırgan uygulamaları gerçekleştirdikleri zamanlara deniyor: evlerinden alıkoydukları, mallarını yağmaladıkları, binalara davut yıldızı çizdikleri, işlerinden attıkları, sinagogları ateşe verdikleri zamanlar...

Ünlü nörobilimci Kandel otobiyografisinde ilk çocukluk anılarının en dehşet kısmınına yönelik olarak Viyana'daki 1938 tarihli Alman işgaliyle başlayan Kristallnacht'tan sözeder. Alman işgali ifadesi durumu tam da doğruya yakın anlatmıyor aslında. Avusturyalıların Yahudi kökenli olmayanlarının ezici çoğunluğu Nazileri seve seve almışlar ülkelerine... Bunda şaşırtıcı olabilecek birkaç detayı eklememiz gerek: Almanlar gerçekten ülkelerine girene dek, Avusturyalılar "bağımsızlığı reyleyen bir refarandumdan çok yeni geçmişler" - yani 38'de Nazilere selam duran bu halk, işgalden daha birkaç ay önce onları açık bir dille reddetmiş - ve güç Nazilere akar akmaz, tüm bir politik tavırda çok ani bir değişikliği ve Yahudi komşularına inanılmaz saldırgan bir havayı hemencecik benimsemişler Avusturyalılar. Yahudilerin evinden, işinden, canından, malından, ibadet yerinden alıkonması o kadar güçlü bir şekilde desteklenmiş ki, söylediklerine göre böylesi bir desteğe Naziler bile şaşırmışlar.

Yahudi komşu'ya saldırganlığın boyutlarını bir tarihçi şöyle betimlemiş: Berlin'deki Kristallnacht Viyana'dakinin yanında bir Noel gecesi şölenidir.

Viyana'nın Yahudi nüfusu yaklaşık % 20-30, Viyana o zamanda dek Yahudilerin de katkısıyla müthiş bir kültür başkenti: Wittgenstein, Popper, Freud gibi dahi düşünürler bu katkıyı anlatmaya yeter. Bunun haricinde Gödel gibi büyük mantıkçıları, filozofları barındıran koskoca Viyana çevresi var - kendine özgü bestecileri, ressamları, sanatçıları, bilimcileri var. Tüm bu entelektüel doku Viyana'yı öyle güçlü sarmış ki, birileri "diğer şehirlerin aksine Viyana sokakları asfaltla değil kültürle kaplıydı" demiş durumu anlatmak için...

Viyanalıların ta içlerine çektikleri entelektüel havayı da denkleme katınca şaşkınlığımız daha da artıyor, değil mi? Yahudilere neden böyle aniden ve katıksız saldırmakta hiçbir beis görmedi sanat ve kültür sevdalısı Avusturyalılar?

Akla ilk gelen cevap kıskançlık, tabii. Lacanian dilde jouissance'ı çalan ve gıptayla bakılan komşuyu niteliyor Yahudi. Viyana'da tüm akademinin bel kemiğini oluşturuyor Yahudiler, hem bilginin hem de ticari gücün - bunu ilk fırsatta yok etmeye hazır "kıskanç" aryan bir halk var karşımızda.

Bugün Sırrı Süreyya Önder'in Radikal'deki makalesinde bahsi geçen Maraş'ta buldukları ilk fırsatta Alevi komşularına saldıran Sünni halkı görünce aklıma geldi Viyana'da olanlar:
"Tarım destekleme politikası ile zenginleşen Maraş ve civarındaki Aleviler Maraş merkeze göçerek 'yüzük taşı' misali yerlere talip olmuşlar ve almışlardı. Kent içi ekonomik etkinlik Alevilere geçmiş, Sünni halkın elindeki para da dönemin enflasyonist karakteri gereği süratle pul olmuştu. ABD görevlisi Alexander Peck de katliam öncesi kenti gezerken şu tezi işlemiştir: 'Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!' Aleviler kent içinde görünür ve etkin olunca sosyal hayata da dahil olmuşlardı. Mesela içkili lokantalara aileleri ile birlikte gitmeye başlamışlardı."
Dikkat edin: Alevi edindiği parayla karısı ve kızıyla içki içtiği restoranlara gidiyor Sünni halkı pek rahatsız ediyor olmalı öyle ki Sünni'nin kendi cennetinde kavuşacağı huri ve şarapta vücud bulan jouissannce'ı elinden alınmış durumda.

Maraşlı Sünni cahil halkımızın yaptıkları kültürlü Viyanalılardan hiç geride kalır değil - öyle ki "Maraş'ta 36 saat içinde yarısından fazlası 13 yaşın altında olan yüzlerce insan öldürül"müş. Kaçan türlü Alevinin ahlaksızca malına el konmuş. Bu ahlaksızlığı gizlemeyi öylesine seviyorlar ki, Maraş katliamını protesto etmeyi bile sindiremeyen, insanların acılarına bile saygı göstermeyen bir sağcı bir refleksi "devlet-millet" elele gururla bağırlarında taşıyorlar.

Tüm bu olanlara iç ve dış mihrakların oyunu gibi bir zeka gerisi söylemi, o sırada kentte gösterimde olan idiotik faşist filmi bahane etmeyi bir kenara bırakıp - daha katliamı bizzat keyifle yapan halk'a bakmak, onu incelemek, eleştirmek, gerekiyorsa onu mahkum etmek zamanı gelmedi mi?


İslami soslu bir gazın sağdan sola her yanımıza salındığı şu zamanlarda "halk güzellemelerini", Osmanlı övgülerini, modernizme karşı edepsiz hakaretleri dinlerken çok dikkatli olmak gerekiyor - Aydınlanma diye küfredilen fikriyat ve proje tam da Avusturya-Türk ortak yapımı bir kıskançlığın ötesinde bir yerde, insan'ın gelişimine, eşitliğine özgürlüğüne kardeşliğine vurgu yapıyordu. Bambaşka bir dünyaya ve insana inancın adı oldu hep aydınlanma. Marx da Freud da Einstein da aydınlanmanın has çocuklarıydılar.

"Aydınlanma değil merhamet, hoşgörü, vicdan" diyenler bilerek ya da bilmeyerek yeni Maraş'lar inşaa edecek ideolojik cehennem tuğlaları döşüyorlar. Kimse sizin hısımlığınızı, merhametinizi, irfanınızı, vicdanınızı, misafirliğinizi istemiyor - talep edilen ve edilmesi gereken çok daha basit ve kristal berraklığında: yasal temelde etnik ve dinsel kimliğe bakılmaksızın eşit bir yurttaşlık. Bu kadar.

Bu "basit" talep halkımızın ve onun üzerinden politika yapmaya hazır pohpohçu dinci ve liberal "aydın" takımının pek de işine gelmiyor olmasın sakın?

Çarpım Tablosu

Önce resim vardı. Bir kadın ve adam. Dans ediyorlar. Büyük ihtimal tango. Uyumlu bir çift gibiler. Adamın kafasında son derece modern bir şapka, kadının üçgen bir burnu var. Hemen tren rayının yanında. Bir ışık geliyor tren yolundan ve gölgeleri düşüyor yere...

Bir hiç demek bu tablo benim için. Çerçeveyi tam tersine çeviriyorum ve sadece gölgeleri görüyorum. Ne adamın ne de kadının hatları belirgin bu kez. Kimin kafasında şapka var, kimin burnu şu şekilde, anlamak namümkün. Ama eleleler ve büyük ihtimalle dans ediyorlar. Tüm hatları birbirine karışmış, vücutları, uzuvları, duyguları, nefesleri... Gölgeleri ise aksine öyle keskin ki bu kez. Gölgede çok belirgin bir şapka bir kadın burnu bir de ray. Tren yolu belki gidecekleri yolu temsil ediyor. Böylesi belirsiz bir birlikteliği fantazmalarında kristalleştirmişler keskin gölgeleriyle.

Şimdi'ye tapıyorlar belli ki. Ve tanrılarının esiri olmuşlar; geçmişleri ve gelecekleri demirden bir kafesken, esaretlerini silip atabilecekleri tek bir boyut kalmış: şimdi. Yani anın sonsuz bir hiçlikle dolup taştığı ve varlığın nostaljisinden ve endişesinden uzak konsantre oluşun tadı... herşeyi bir anda yaşıyorlar. Sevdikçe sevişiyorlar; kokladıkça koklaşıyorlar. Kim kim ola ki bu resimde? Kadın bir adım atıyor ve erkeğe karışıyor. Hangisi hangisi, kim bilir... Vücutlar orada ışığın tayfına göre boyutlanıyor. Kafalar öyle büyük ve tabanlara gittikçe lineer bir azalış mevcut o keskin gölgelerin aksine... Orada organlar yok. Tren rayları ise sadece bir düş. Hep binmek istenen ve yolu dünyanın her yerinden geçen, arada leziz yemeklerin servis edildiği, zevklerin sefaların sürüldüğü, komşu koltuklarda öpüşenlerin izlendiği bir yolun kollektif bir düşe izdüşümünden ibaret koca bir tren rayı...

Yoksa, hiçbir şey yok. Adam ve kadın aslından bir tek belirsiz anın vücut bulduğu bir düş. Kimler düşlüyor bunu?

Sen, ben, herkes. Hepimiz gözümüzü dikmişiz onlara, feyz alıyoruz. Kafamızda tango, bir orospuluk inceden inceye zehrini yayıyor damarlarımıza... orada teori yok, orada izlenim ya da fenemonoloji... orada kelimeler yok. Korkutuyor bizi bu.

Ve tablomuzu yeniden tersine çeviriyoruz. Şimdinin zevki, dehşetine yenik düşüyor, spiker kaç gol yediğimizi anlatıyor, futbol yorumcularının alay konusu oluyor, halkın diline düşüyoruz.

Tablomuz yine keskin, yine şimdiden fersah fersah uzakta. Herşey güvenli ve akılcıl ama akıcılıktan çok uzak bir resmin piksellerine indirgiyoruz kendimizi. Bunu bilerek ve korkudan yapıyoruz. Açıklayabiliriz tüm olan biteni. Neden ve sonuç. Hakettiğimizi yaşıyoruz, terkedilmiş bir halkın askeri bir darbeden medet umuşuyuz. Kimse bizi umursamayacak, bizi de ırgılamayacak hiçbir şey. Şimdi'nin o dehşet varlığından daha meşakkatli olanı mı var allah aşkına?

Biz yorgunduk. kırgındık. paramparçaydık. ve tüm köşegenlerinin sertliğiyle o resme ihtiyacımız vardı işte. Paramparçaydık ya, kendimize ihanet etmeseydik de başka n'aapsaydık yani?

Love in the East

Şu Woody Allen diyaloğu pek fena güldürüyor:


- Çok karmaşık bir durum,kuzen Sonja.Ben Alexi'ye aşığım. O, Alicia'yı seviyor. Alicia'nın Lev ile ilişkisi var. Lev, Tatiana'yı seviyor. Tatiana, Simkin'i seviyor. Simkin beni seviyor.Simkin'i seviyorum ama Alexi gibi değil. Tatiana'yı kardeşi gibi seviyor. Tatiana'nın kız kardeşi Trigorian'ı kardeşi gibi seviyor. Onun kardeşi de benim kız kardeşimle birlikle...ama kız kardeşim onu ruhen değil fiziksel olarak seviyor.

- Natasha, aşk, acı çekmektir. Acı çekmemek için insan aşık olmamalı. Ama aşık olmadığın için de acı çekersin. Yani, aşık olmak acı çekmektir.Ama aşık olmamak da acı çekmektir. Acı çekmek, acı çekmektir. Aşık olunca mutlu olursun. Acı çekince mutlu olursun ama acı çekmek insanı mutsuz eder. Bu durumda, mutsuz olmak için, insan sevmeli ya da acı çekmek için sevmeli ya da çok fazla mutluluktan acı çekmeli. Umarım beni anlıyorsundur.

İlim bilim işleri

Hatırladığım kadarıyla Lacan insanın kültür ve natür (doğa) arasında biryerlerde sıkışıp kalmışlığından sözediyordu. Lacan ne zaman fırsat bulsa her daim bir arada kalmışlığı vurguluyor zaten: iki ekstrem kutup ve her ikisinin gerilimine maruz bir yerlerde, boşlukta olan özne.

Bu kültür-natür ikilemi ilginçtir. Bu ikisini nesne kabul eden ve inceleyen alanları sosyal bilim (Arts and Humanities) ve doğa bilimleri olarak düşünebiliriz. Bana özellikle bizim ülkede birincisine çok daha fazla ilgi varmış gibi gelir. Bir de bununla gurur duyulur, ikincisi genelde kuru ve renksiz bulunur.

Nedense bizimkiler nesnesini doğa olarak seçmiş olan "bilim"i küçümserler; temel gerekçeleri de bilim'in irfandan yoksunluğudur, ondan dindarlar lafızda "ilim" demeyi tercih ederler. Örneğin Dücane Cündioğlu Türklerin bilim'e fazla önem verdiklerini - asıl insana, edebiyata, topluma, "ilim"e yönelmek gerektiğini ısrarla vurguluyor yazılarında. Bu tutum bir hastaya "gebersin" diye ilaç yazmaya ve belki yeniden dirilir diye ümit etmeye benziyor.

İlim'in durduğu yer bu tarafa göre nedir peki? Elbette doğa ile olan ilişkinin de ardına geçip, insanoğluna ve onun tüm bir Ötekiyle olan gerilimine temas etmek. Sonunda da hikmet yumurtlamak. Bu olmadan tatmin olamıyoruz. Kabul, ben de çoğu zaman olamıyorum.

Zizek'in kendine dair belgeselinde, "şimdi bir meteor çarpsa, ben bilim adamlarının söylemini dikkate alırım - biz felsefecilerin söyledikleri o noktada devre dışı kalır" gibisinden laflar edişini hatırlıyorum. Kendisi kültür düzleminde kalırken, en azından bir insandan bağımsız nesneler düzleminin farkındalığını vurgulamış oluyor böylelikle. (Sahiden bizde deprem olduğunda sürekli bir jeolog profun canlı yayına alınması da bir acaiptir. Jeolog bile bir kurtarıcı peygambervari bir Nostradamus'a indirgenir çoğunlukla.)

Birkaç haftadır muhtemelen geçirdiğim gribal enfeksiyon sebebiyle kulağımda bir problem çıktı - çok da önemli değil işte, kulak kiri denen şey acaip bir artış göstermiş olacak ki, sağ kulak zarıma da yaklaşacak şekilde, üzerinize afiyet, bir tıkanmaya sebep verdi. Çok önemli değildi ama rahatsız ediyordu işte.

Göz ve dişi bir kenarda bırakırsam, on senedir doğru dürüst doktora gittiğimi bile hatırlamıyorum. Beyaz önlüklü doktorlarla temas etmeyi sevmiyorum. Ama bu kulak rahatsızlığı zorunlu olarak bir süre sonra KBB'ye sürükledi. Uzun lafın kısası, işte o kulak kiri havayı hüpleten basit bir aletle çıkarıldı. Rahatsızlık bir anda gitti!

Ne kadar hikmet sahibi olsaydım, bu kulak rahatsızlığım biter mi diye düşüncelere gark oldum doktordan çıktığımda. İnsanın psikosu, ruhu, maneviyatı, duyguları -her ne diyorsanız artık- insana bağlı olmayan bir sürü nesneyle ilişkide değil mi? Bildiğim kadarıyla bedenimizde bize ait olmayan bizim kendi hücrelerimizden çok daha fazla işgalci yabancı organizma var. Ne garip!

Ben kendimi 'ben' olarak bilirken, 'ben' diye tanımlamak için beynim hiç bir işle meşgul değilken bile enerjimin büyük bir kısmını o benliğe yatırıyor. Garip işte. Sonra da ben gelip o ben'in derdine düşüyorum. Buraya kadar herşey tamam da...hani reaksiyonlerler (gericiler diyince alınıyorlar) "modernizm" diye bir öcüye küfrediyorlar ya aslında küfrettikleri beşerin merkeziyetinin yerle bir olması. Bunu kabullenmek çok zor onlar için. Bir kez kabullenseler, nostaljiden biraz olsun uzaklaşıp, yaralara "işe yarar" merhemler bulmak için bir adım atmış olabileceklerdi halbuki.

Şaka değil. Üç beş "kıytırık" elektrotla beyin ölçümü yapıyorsunuz. Ve eğer bilingual'sanız (iki dilliyseniz), beyninizde 400. ms'de "ana dili" olan bir kimseye göre çok farklı bir patern beliriveriyor. (Bunu geçende yanımda Azerilere yaptılar ve ana dili Türkçe olanlara göre o bambaşka patern hemen beliriverdi.)

Bir yandan da misal şu videoda İsmet Özel "Azerice'nin apayrı bir dil olduğunu savunurken", diğerleri (içlerinde bir tarihçi de var!) milliyetçi reflekslerinden de güç alarak onu küçümsüyor. (İsmet Özel'i savunmak zorunda kaldım, ah! İşte bozuk bir ssat bile bir kez doğruyu gösteriyor.) Ama işte beynin elektriksel aktivitesinin basitçe bir ölçümü bile bize İsmet bey bu konuda müsbet olarak haklı diyor. Yani öyle dillerin gramatik özelliklerini, tarihçelerini uzun uzadıya incelemeye bile gerek kalmadan, beynimiz bize bunu 'doğal' yollarla, gayet elektriksel bir dille söylüyor.

Natür artık gelip kültürü işgal ediyor. Aradaki gerilimi dikkate almak, ilkini görmezden gelmek anlamına asla gelmemeli. Bunu dikkate almayan bir yöntemin, öğretinin ya da bir kültürel analizin insan hakikatine yaklaşma şansı var mıdır?

Dünyacı olmak

Hikmetli yazmak ile ilgili bir arkadaşla yazışıyorduk. Aradığımın aslında "hikmet" asla olmadığını söylemek durumunda kaldım ona da: hikmet bir aşkınlığa hitabediyor: ben ise olmakta olanla ilgileniyorum. Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ının Hikmet'i böylesi bir hikmet arayışından dolayı mı intiharı yani dünyadan uzaklaşmayı seçti?

Olmakta olanı sorguya almak zaten kendince bir "öteyi" işaret ediyor - ondan "olan"ı askıya değil sorguya almak istiyorum.

Antik Yunan materyalistleri "arke"nin sudan mı, havadan mı, ateşten mi, topraktan mı ibaret olduğunu tartışırlarken "ne kadar hikmet" barındırıyorlarsa, ben de o denli barındırabileyim derdindeyim.

Bunun dışında bir dogmayı hikmetle makyajlayıp markete sunmanın tam karşı yakasındayım. Ben bu cevabımı düşünürken, fikrimle örtüşen Sevan Nişanyan'ın Kelimebaz köşesindeki eski bir yazıyla karşılaştım:
"Bu dünyanın ufkunun ötesinde duran Varlık veya varlıklar bana inandırıcı gelmiyor; kendimi bildim bileli de gelmedi. Dünya ne demek biliyorsunuz değil mi? Arapça edna'nın kıyas halidir, iki şeyden daha beride olanı demektir. Yani 'bu taraf', öteki değil beriki, çizginin bu yanı. Etiket isterseniz söyleyeyim, ben Dünyacıyım."
Dünyevi olanı küçümsemek, aslında ona yakından bakmaya çalışmak tembelliğinden ileri geliyor. Zahmet edip, kafamızı uzattığımızda oldukça şaşırtıcı bir dünyamız var. Ama postendüstriel toplumda dünya giderek gösterenlere çevriliyor, unutturuluyor. Yeterince çaba göstermeyince de kendi kibrit kutusunda böcekler olmak gibi tehlikeli bir kıtaya öteliyor bizi.

Var olanda fevkalade bir contingency var: Nişanyan'ın Kelimebaz'ında durmadan anlattığı gibi tüm nesneler gibi kelimelerin dünyası da sürekli eğilip, bozuluyor ve başka anlamlara ve hecelere gark oluyor - herşey ama herşey başka şeylere dönüşmek peşinde bir çaba içinde sanki. Tura'nın deyimiyle "maddenin bizdeki ısrarı"ndan bahsediyorum. Bu bağlamda fikirde koşulsuz bir sabitlik arayan seküler ya da dinsel her ideoloji dünyayı anlamaya ve onunla şakalaşmaya hiç yanaşamıyor.

Giz, açıklık ve sevgi kelebekleri

Mistizmin hayatımda ciddi bir yeri oldu sanırım. Birşeylerin gizli kalması, bilinmemesi hep gerekli oldu. Bu durumu abarttığım zamanlarda “hiçbir şey bilmemeyi” sadece “duyumsamayı” istiyordum. En sevdiğim ve yakın bulduğum insanların bile detaylarına inmek gereği hiç duymadığım zamanlardı. (Hoş, şimdi de insanların detaylarını bana anlatmasına ya da onlara anlatmaya pek bayıldığım söylenemez. Ya da düpedüz baymaktan bayılabiliyorum.) Daha da çekici kılmak için hep bir tür örtü gerekliydi – ama bunun abartılınca artık üç maymuna kadar yolu olduğunu acıyla tecrübe etmek durumunda kaldım. İfratta da tefritte de zarar var! (Bir radikalin ağzından böyle şeyler de çıkabiliyor işte.)

Gerçi hala herşeyi tamamen açık kılmanın hayatı zorlaştırdığını düşünüyorum – birine ne kadar yakın olursak olalım, onunla aramızda opak, görünmeyen bir hat olacak. (Hattı basbayağı müdhafa vardır, efendiler. Hattınızı müdafa ediniz!) Bu lekenin gerekliliği biraz da “otonomimizi” korumak için... Bağımsızlık illa karakteriniz olsun diyorsanız, böyle.

Bana öyle geliyor ki bir insanın hayatındaki tüm detayları herşeyiyle bilmek gibi bir istek içinde olmak, kendine ve çevreye pek bizarar bir eylem... Kendimize dair bile herşeyi bilmiyorken, böyle bir şeyi başkasından talep edebilmek, cesaretten ve açıklıktan ziyade sağlıksız olabilecek bir obsesyona takebül ediyor.

Bunu devreye sokan insanların birçoğu “imgesel” bir çıkmaz içindeler: Kendilerine bakmak çok zor olduğu için, gerçekte tüm problemlerini ötekine enjekte edip, bir rahatlama içinde olduklarını bilselerdi; yaptıkları şeyin düşündükleri şeffaflıkla ilgisi olmadığı ironisiyle yüzleşmiş olacaklardı.

Aramızdaki mesafeye saygı göstermek, en başta insana saygı göstermektir. Bu mesafeyi doğru bir ölçüde tutturmayı başardığımızda (sağlıklı) ilişkilerin ayakta durabildiği fikrindeyim.

Bir de madalyonun öbür yüzü var: Bir şeye ya da ötekine ilişiklenirken belli bir ölçüde tutulması gereken mistizmden faydalanarak “yalan”a başvurmak hileciliği. Burada değerli olma potansiyeli taşıyan giz’de ölçüsüzlük yaparak aşağılık bir durumun, riyanın taşıyıcısı haline getirebiliyoruz.

Doğu toplumu buna özellikle müsait. Bir Alman’a adres sorsanız, o size bunu neredeyse tam olarak tarif etse bile eğer içinde minnacık bir şüphe varsa, kırk kez “ama tam emin değilim, sen yine de başkasına da sor” der. Almanca bir telefon konuşmasını sıklıkla muhatabınıza “Alles klar?” (Senin için herşey açık mı?) diye sorarak bitirirsiniz.

Giz’de ileri gittiğim ve yalana battığımı düşündüğüm zamanlarda Anglosakson gelenekteki bu açıklığa hayran olmadan edemedim. Dürüstlük, ahde vefa gibi değerlerin ülkem insanlarında ne kadar eksik olduğunu anladım – elbette bu hastalıktan bana da biraz bulaşmış olabilirdi.

Giz sevgim yüzünden bulaşan hastalıktan biraz olsun kurtulmak için kendimle çoklukla mücadele ettim. Zorlu birşey bu. İnsan kendini tanımamak için direnen bir yaratık – kendine halel gelmesin de, herkesin Allah belasını verirse, versin. “İyi dileklerde” ve “dualarda” bulunmak gibi bir kalesi var nasıl olsa! İyi niyetli olduğunu iddia eden bu insanlarla karşılaştıkça, ironik bir fesatlığın bir erdem olduğuna inancım daha da çok artıyor. Yeri gelmişken söyleyeyim: Hiçbirinizi sırf toprağım, hemşehrim, kandaşım ya da kırkaltı kromozomlu olduğunuz için sevmeyeceğim sevgili doğulular.

Demek istediğim: Elbette arkadaş ve diğer ilişkilerde minimum bir arzunun varolması için minimum bir giz’i elde tutmak gerekliydi. Ama bunu dürüstçe yapmak, ilkinden daha çok gerekliydi.

Bir yandan da Almanlarda bahsettiğim açıklığı bazen abartılı bulduğumu da söylemem gerek: “Allah aşkına sizin hayatınızda hiç mi sürprize yer yok?” diye yakınmalarım olmuştur.
Tabii dürüst olmanın pek de “herşeyi olduğu gibi söylemek” olmadığını anlayabiliyordum. Herşeyi söylemek diye birşey yoktur – bir insanın “samimiyetle” diye başladığı bir cümlenin samimi olma ihtimali daha en baştan düşük değil midir? (Ah şu siniklik ve fesatlık, ne güzel bir karışımsınız!)

Giz ve açıklık dengesi. Susabilmek ve özenli bir detayla anlatabilmek. Bunlar her ne kadar birbirlerine tezat görünse de, ikisi de birbirimize saygı için var. Bu ikisinden de zaman zaman yoksun olan şeye hala sevgi deniyorsa eğer, duygu tanımlarımızdaki cıvıklığı bir kez daha gözden geçirmeliyiz gibime geliyor.

İrrasyonalite ve ortak aklın gerekliliği

Baratrion'la şu post'taki tartışmamızdan yola çıkarak bazı olası yanlış anlamaları silmek istedim. Bu yanlış anlamalar sezgilere, irrasyonele dair olabilir. Bir de "konsept üretimi" ile ilgili yanlış anlamaya açık şekilde olumsuz bahetmişim, ona da değineyim istedim.

O yazıda elbet sezgileri küçümsemek gibi bir niyetim yoktu. Bu noktada bu işin babasından Wittgenstein'dan örnek verilebilir. Kendisi ne dini ne de mistizmi küçümsedi; tam tersine hayatında birçok kez rahip olmak istediği biliniyor. Yine hayatında birkaç kez gidip bir kulübeye kendini tecrit etmek gibi ya da tüm malını mülkünü bırakmak, kariyerini bırakmak, savaş için asker yazılıp, en önde cepheye atılmak gibi türlü "akıl dışı-irrasyonel" girişimlerini de bu mistik eğilime borçludur denebilir herhalde.

Mistik yönelimleri ve sezgilerimizi küçümseyemeyiz. Ama benim sorum şu: Wittgenstein'ın Tractatus'ta savunduğu gibi sezgilerimiz hakkında konuşamayız mı?

Hayır konuşamayız ve evet konuşabiliriz.

Hayır: Kişisel hayatımda sezgilerim doğrultusunda hareket ettiğimde "sezgilerim" hakkında konuşmam saçmadır. Çünkü "sezgi zaten rasyonel olarak anlamlandıramadığım şeyler hakkındaki eğilimlerim"dir. Anlam ve dil dünyasına katmadığım birşey hakkında konuşmam "boştur". Bu sezgilerin önemsemediğim anlamına asla gelmez. O post'ta dediğim de budur. Sezgilerimi dillendirmeye çalıştığım anda "atmaya, sallamaya" başlarım: Yani kelimelerim eğilimimi dile getirmeye yetersiz iken; onları zorlayıp sezgilerime bir anlam yüklemeye çalıştığımda ideoloji'nin göbeğinde dururum.

Evet: Bugünün bilimlerindeki gelişimleri göze alırsam "sezgilerin aslında hiç de öyle göründüğü gibi mistik kökenli olmadığı tamamen maddi bir sürecin rasyonel olarak açıklanabilen bir parçası olduğunu görebilirim." Yani evet sezgiler ve kökenleri hakkında konuşacak ve yorumsayacak araçlara sahibim.

Algı dünyamıza yönlendirilmiş bir nesneyi aslında hemen algılayamayız. O nesneye dair izlenimlerim önecelikli olarak beynimin "görsel ve duyusal merkezlerinin" dışında biryerlerinde işlenir. Örneğin, bir nesneyi görüp algılamam ve yorumlamam için birkaç milisaniyelik minimum bir zaman süresine, bir eşik zamanına ihtiyacım vardır. Eğer bir ilüzyonist el çabukluğuyla nesneyi gözünüzün önünden çekerse - onu görebildiğinizin farkında olmazsınız. Çünkü beyniniz onu yorumlamak için gerekli süreden mahrum kalmıştır. Ama bu ona dair bir takım "bilgilerin" beyninizde biryerlerde varolduğu gerçeğini yadsımaz. (Teknik terimlerle diyelim, orta prefrontal kortekste güçlü bir aktivasyon var ama birincil görsel merkezlerizde aktivasyon gerçekleşmemiş!)

Şöyle düşünün tüm yaşantınız boyunca o kadar çok nesne bombardımanına uğruyorsunuz ki. Birkaç milisaniyeden küçük o kadar fazla uyaran var ki hayatınızda...Bunların gelip geçtiğini fenomonal evreninize katamamışsınız ama onlar aslında beyninizde belli bölgelerde nöronları uyarmış, sadece siz "onları bildiğinizi bilmiyorsunuz". Ama bir yandan da zihniniz belli bir uyaranla meşgul olmadığı sürece, o anlamsız parçalardan bir anlam üretmeye de çalışıyor. Aslında beyniniz büyük ihtimalle dışsal dünyadan çok daha fazla "içsel dünyada" enerji tüketiyor. Beyniniz bol bol glikoz tüketip, bol bol ATP yakıyor, sırf kendi meseleleriyle, içişleriyle uğraşmak için! (Psikanaliz neden işe yarabiliyor, buradan baksak kolaylaşacak.)

Yani dış dünyayla etkileşim aslen zihinsel uğraşımın çok küçük bir parçası.

Aslında dış dünyada anlamlandıramadığım kodlar tamamen bir çöpler yığını da değil, yararlı veya kendimi ve ötekini daha yakından tanımamı sağlayan kodlar da olabilir. İşte bunları fenomonel dünyama eklemeye çalışırken, milyon tane puzzle çözmeye çalışırken dünyayla hiç işim olmadığım halde "tecrübe" ediniyorum. Ben bu tecrübelere "sezgi" diyorum.

Sezgi köken olarak hiç de mistik bir temele dayanmıyor ama "anlamlandıramadığım bilgi kırıntılarından" oluşturduğumdan irrasyonel bir temele dayanabiliyor ve tam da bu yüzden "anlatılamıyor". Sezgilerimi sadece gerçekleştirebilirim. Onları anlatmaya başladığım andan itibaren aslında bilerek ya da bilmeyerek uydururum. Güçlü sezgilerin yanılmaması bir şey; o sezgilerden bütünsel bir pratik (mesela din ya da ideoloji) yaratmak ise çok başka bir şey. İkincisi belki de birçok sorunumuzun kaynağı. Sezgiden anlama ulaşmaya çalıştığımız zamanlarda "büyü"yü öcülere dönüştürüyoruz.

Büyü'nün konuştuğu anda kaybolduğu iyi bilinen birşey'dir. Benim de tezim, büyü'nün dillendiği ve kelama dönüştüğü andan itibaren bir öcü'ye dönüşebilme ihtimalidir. Çünkü büyü akılla temellendirilemez ama insan ilişkilerini sağlıklı bir şekilde ancak akıl'la kurabiliriz; motivasyonumuzun "büyü" olması ve bunun sebepleri ise "psikoloji"nin konusudur diyebiliriz.

Demek istediğim: Ben o post'ta sonuçlarla ilgileniyordum. Akılla gerekçelendirilmeyecek birşeyi yapmak eğer bir bireye aitse, bunun sonuçları onu ilgilendirir. Ama konumuz toplumsal bir probleme çözüm olacaksa bunu gerekçelendirmek zorundayız. Zira herkesin psikolojik arkaplanı başkadır. Bu başkalığı bir ortaklığa döktüğümüzde ister istemez dil'i kullanmak durumunda kalıyoruz - anla(ş)mak için bu olmazsa olmaz. Öyleyse, ortak bir akla dayanmadan iletişim gerçekleşebilir mi? Hayır.

Öyle ki, doğa ile böyle bir akılcıl dil'le, yani matematikle konuşabiliyoruz. Bu dil'in sınırlarını bile yine dil'in ta kendisiyle algılayabiliyoruz. Gödel'in incompleteness teoremi gibi. Onu irrasyonel bir dille anlamamız mümkün değil - irrasyonel dil (mesela sanat?) doğayı anlamak için değil, sadece keyif ve rahatlama gibi bir maksada yönelik olabilir.

Einstein'in "deist"liği (aslında panteistliği) dindarlar tarafından zaman zaman kullanılmıştır. Sosyalizme ait görüşleri de aynı şekilde sosyalistler tarafından kullanılıyor. Ama sonuç olarak Einstein da bundan rahatsız olacak ki, "ben doğa üstü bir güce ya da doğaya bir akıl asla atfemedim" demek durumunda kalmıştır. (Ayrıntılar için Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'nın ilk bölümleri iyi bir kaynak.) Einstein sezgiler ve yaratıcılık arasındaki bağı vurgularken, muhtemelen çıkışlara dair bilimsel varsayımlarının yanlış anlaşılıp, kullanılmasından bu tepkiyi vermek zorunda kaldı.

Benim o yazıda ilgilendiğim alan da girişlerimiz değil. Girişlerimiz sadece akıldan ibaret olamaz - tam tersine nesnelerle etkileştiğimizde buna çok zaman "içgüdüsel tepki" veririz. Beynimiz Friston'a göre tüm operasyonlarını serbest enerjiyi minimize etmek üzerinden gerçekleştirmektedir. Tepkilerimiz de öyle akılcıl filan değildir: Tepkilerimizin bilince eriştirilen bölümü "kodlanır" ama kodlanamayan ve alt bölümde kalan sürekli hareket ve akış halinde bir sürü kendi başına koddan bahsedebiliriz. (Burada bilinçdışı'nın alanına bir kez daha giriyoruz.)

Çıkışlarımız (dil) bilinç'e aittir ve bir akıl üzerinden kendini ifade eder. Bilinçdışı'ndan ise faydalanırız: Bilinçdışı olmasa eğer karşıdan gelen bir tenis topuna bile vuramayız. Daha çok sayamayacağımız kadar çok şeyi yapamayız biliçdışı süreçlerden faydalanmaksızın.

Ama bilinçdışını bilinçdışı'yla anlamlandıramayız. Bu babda psikanaliz gayet akılcı ve aydınlanmacı bir teoridir. Rüyaları konuştuğumuz anda rüya aslında rüya olmaktan çıkmıyor mı? Konuştuğumuz anda rüyadaki isteklerimizi sansürlediğimizi Freud'dan yana biliyoruz.

İkinci olarak, bir önceki post'ta yanlış anlamaya açık başka bir cümlemi düzeltmem gerekiyor:

Konseptler üretmeyi küçümsemiyorum. Konseptleri tutarlı ve tutarsız olarak sınıflamamız gerekiyor sadece: Örneğin "gayb" bence gayet tutarlı ve üretken bir konsept. Gayb'ın dini bir kökeni var; ama onu alıp dünyaya oturtursak anlamlı hale sokabiliriz. Gayb, "duyularla algılanamayan şeyler bütünü" olarak kabul edebilebilir belki. Kant'ın "nomen" dediği gayb'a eşdeğerdir. (Nomen'in de aslında Latince tanrısallıktan türetilmiş olması şaşırtıcı değil.) Gayb varolandır ama duyularımızla algılayamadığımızdır.

"Duyularımızı" burada beş duyuyla sınırlı tutmuyorum elbet; ama elimizdeki teknolojiye bağlı olarak duyularımız dışında çok şeyi algılayabiliyoruz. Bu anlamda dindarların anladığının tam tersine "gayb değişkendir". Ne kadar "duyarlılığı yüksek" alet edinip, insani duyularımla birleştirirsem, gayb'ın alanını da o ölçüde daraltmış olurum. Belki sıfırlayamam ama daraltabilirim.

Gayb'ı akılda tutarak nice uygulamalı matematik problemine çözüm bulabiliriz. Yani düşünceye yararlı bir alet sağlar "gayb" konsepti ama ancak ve ancak onu gökten yere indirip, tutarlı hale getirebilirsek... Dinsel düşünce insanlık tarihinde önemli bir yer kapladığından, böyle çok türlü önemli konseptleri ayağımıza getirmiş olabilir. Materyalistlerin yapması gereken onları mistik kökeninden koparıp, dünyayı algılamamızı kolaylaştıracak bir enstrüman haline getirmektir. (Marx'ın Kapital'in önsözünde bahsettiği meşhur diyalektiği başüstü alıp, ayaklar üzerine oturtma iddiası gibi.)

Saffet Tura bir kitabında bahsediyordu haklı olarak: Fizikte "kütle" de metafizik bir konsept değil midir? . Elbette. Ama gerekçelendirilmiş, tutarlı bir konsepttir kütle. Eğer gözlemlerimiz bunu yanlışlarsa, ya kütle konseptini değiştirmeye çalışırız ya da onun teorik bütün içindeki yerini değiştiririz.

Dolayısıyla konseptler eğer dış dünyayla ilişkimizi kolaylaştıracak bir fayda sağlıyorlarsa - onu alfabeye katmalıyız. Ama tutarsızlığı sabitse ya da totolojik ise - yani teoriye hiçbir artı-değer katmıyorsa; gönül rahatlığıyla onu hafzamızdan silip atmaya da hazır olunmalı gerektiğini düşünüyorum.

House M.D.

Yani normalde dizi izlemeye karşı tepkili bir bünyem var. Hatırlamadığım kadar "şu diziyi izle" tavsiyesinde bulunuldu; direndim, yapmadım.

Herhalde 10 yıldır bir diziyi, başkaları aynı odada dayatmıyorsa izlediğimi hatırlamıyorum. İşte yine dayatıldım iki üç gün önce bir arkadaş tarafından. Ama bunun etkisi başka oldu. İnatçılığı bu sefer elden düşürüp, pes ettim. Şimdi günlük bölüm izlemeye bile başladım.

Dr. House karakteri bana bile "vay be" dedirtti. Antihümanizm, bu adamda hayranlık duyduğum en güzel özellik. Büyük Öteki'den bağımsız bir rasyonaliteden bahsedip duruyorum bilmem kaç zamandır. İşte bu karakter sanki hepsini içine almış.

Koca dünyada eşşekler gibi yalnız. Esprili. Meraklı. Arızalı. Daha ne olsun?

Eski ve gayet zırdeli bir dostum yıllar önce bana "sen benim teorilerimin pratiğe geçmiş halisin" demişti. Dr. House nezdinde ben de böyle birşey diyebilirim sanırım.

Tevil aldatmacası

Şeylerin anlam bilgisinin, yorumsamanın önemi benim için yittiğinde, düşünce evrenimde çok şey yitmiş oldu. Artık Deleuze'ün bize önerdiği "konsept" yaratmanın hiç bir tutarı yoktu - kelimelerden kelimelere dalmak elbet eğlenceli - özellikle de bir kafede arkadaşlarımlayken bunu yapmak çok zevkli - ama ortada sonuç olarak bir oyun var.

Tanıdığım insanların spektrumundaki genişlik arttıkça, farklı kişiliklere bu kelime oyunlarını oyanayabilme yetimin arttığını farkettim. Kelam eğlence için olmazsa olmaz olandı.

Ahali eğer bugün Cüppeli Ahmetvari türlü şarlatanları dinliyorsa, onlara destek veriyorsa belki onlar da "kendince eğlenmek" istiyorlar. Elbette bu hocaların her mezhebe ve seviyeye uygun başka türlü versiyonları var.

Öyle ya dinde türlü konseptler var: Bundan mutlak olan Tanrı pek muğlak bir kavramlar dizgesini kullarının üzerine yağdırıyor. Sonra da bunlarla oyna da oyna, kafana göre oyna!

Eğlenceyi bir yana bırakırsak, mutlak olana en büyük saygı "sessizlik"ten geçiyor.

Böylelikle "komünizm" algım da değişti. Nasıl Tanrı önce mutlak ve herşeye kadir olansa ve sonrasında modernizmle birlikte "iktidarsızlaştırılmışsa", sosyalizm de böyle bir evrim geçirdi bence.

Bu iktidarsızlaşmanın izlerini basbayağı mesela olsaılıkçı Pascal'da bulabiliriz. Tanrı ahlaki bir meseleden ileri gidemez artık, ontolojik tahtından alaşağı edilmiştir! Kierkegaard spirütüellikten umutsuzluğa kadar türlü labirentlerde aramıştır Tanrısını. Tanrı belki modern dertlerimize bir afyon, ağrı kesici olabilir ama bir "cevap" asla! Bu babda bilinen anlamda varlıksal Tanrı ölmüştür ve artık asla İsa'da bedene gelip su üzerinde yürüyemez ya da miraçta bir Muhammed'le konuşacak takatı pek kalmamıştır.

Sosyalizm ve tanrının evrimindeki benzeşme diyordum... Elbet birincisindeki değişim çok daha hızlılık arzetti ama yapısal olarak aynı yollardan geçtiler. Önce zamanın determinist fikriyatına uygun olarak "herşeyi açıklayabilen, dertlere deva" bir sosyalizm arandı. Bundan yola çıkıp sosyalizmin başına "bilimsel" sıfatı takanlar da oldu.

Şimdilerde bana göre "sosyalizm" anlam arayışlarının ötesinde sadece ahlaki bir boyutta sahip çıkmaya denk düşüyor. Yani bir tercihtir. Bu tercihi yapanların Mao'nun soğuk savaş sırasında ABD'nin atom bombası tehlikesine karşı "bomba atsalar ne olacak? evrenin nezdinde Çin üzerine atılmış bir bombanın ne önemi olabilir?" demeci hakkında uzun uzun düşünmeleri gerekir.

Sosyalizmin "rasyonel" tercihler toplamı olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bir sosyalist "3 çocuk yapılması lazım"ın bir sol-romantik versiyonu olarak "analar ikiz doğursun" diyemez. Zira biliyoruz ki, böyle bir doğum oranı birkaç on yıl sonra Amerika kıtasında ayak basacak yer kalmaması anlamına gelmektedir. Basit bir istatistik bunu göstermeye yetiyor.

Eğer "tercihim insan soyunun varlığından" yanaysa, o zaman "doğum kontrolü" canı gönülden desteklerim. Söz oyunlarını bir kenara bırakırsak - evren ve insanlık arasındaki gerilime bağlı sorular ve tercihleri değerlendirmek ve taraf almaktan başka her türden lafızın politik olarak "anlamsız" olduğunu düşünüyorum. Ama eğlenceli olan, zorunlu olarak bu anlamsız anlamlılığı barındırmak zorunda - ondan tamamen kesip atalım demek gücüne haiz değilim.

Mao'nun sorusunu ciddiye alıp, "insanlık dediğin koca evren karşısında bir hiçtir" diyerek boş da verebiliriz tabii. Bu soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermek bir etik tanımlamakla olanaklı, "konseptler" üretmek ve laf ebeliğiyle değil.

Çünkü sadece insanı ilgilendiren sorular "varlık alanını" hiç ırgılamıyor.

Bliss: Ignorance or truth?

Sisyphus Miti’nde Camus’nün önesürdüğü felsefenin en önemli sorusu olan “tüm anlamsızlığına ve abzürlüğü ile beraber yaşamın yaşamaya değer olup olmadığıdır”dan ilham alıp bugüne ilişkin bir temel soru belirleseydim eğer, muhtemelen şu olurdu: Eğer içeride bir simüle model yaratarak yaşantılayabiliyorsam, dışarıyla alakadar olmalı mıyım? Eğer dışarısı sonuç itibariyle benim beynimde nöral aktivasyonlarla yorumlanıp distorte olup öyle algılanıyorsa; dışarıyı önemsemenin bir gereği var mıdır? Bunu vazife etmemin ne anlamı olabilir? Örneğin, teknolojik bir zeminde konforum var olduğu müddetçe, teknolojiyi dışta tuttuğumuzda, hakikat arayıcısı doğa bilimlerinin ne gereği var?

Düşünün ki tüm yaşadıklarınız beyninizde siz yaşantılıyormuş gibi simüle edilebiliyor – e o zaman bu durumla dış gerçekliği dolayımlı yaşantılamak arasında nasıl bir fark olabilir?

Bu soru şu zamanlarda temeldir ve tüm politik tercihlerinizde direkt etkindir. Eğer sevgilimin beni sevdiğini beynimde kazımayı başarırsam, o benden “aslında” nefret bile etse, beni seviyormuş gibi yaşantılayabilir (Davranışçı terapiler bu türden bir ego psikolojisini salık vermiyor mu?). Bu kadar basit değil tabii. Aslında zaten sevgilimin bana aktardığını dolayımlı olarak alıyorum; bunu yeniden dolayımlayıp (örneğin bir fetiş üzerinden) bir yalan’a dönüştürebilirim. En baştan hiç bir yalanı zorlamadan yaşantıladığım da aslında bir dolayımdan ibaretse eğer, bunun en başından beri bir yalan olmadığını nereden bileceğim? (Lacan, ağzını açar açmaz yalan söylemektesindir zaten diyordu.) Sezilerimden mi ya da bir iman burda olmazsa olmaz mıdır? Ya hakikat? Onu terk mi etmeliyiz?

Bu sorular mutlaka Matrix’teki Cypher (hain) karakterinin yemek esnasında Ajan Smith’le yaptığı o ünlü ihanet konuşmasını akla getirecektir:

"Aslında bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Ben onu ısırdığımda, Matrix beynime vereceği elektrik sinyalleri ile bana onun sulu ve lezzetli bir şey olduğunu hissettirecek. Dokuz yıldan sonra ne öğrendim biliyor musun? Cehalet mutluluktur." [çeviriyi şuradan aldım]

Camus’nün sorusu örneğin Histerik Bilinç’te bahsettiği üzere Saffet Tura’ya göre “felsefi soru niteliğinde bile değildir”. Bence kazın ayağı pek öyle değil. Felsefe illa bir alana sıkıştıralacak birşey değil, ve elbet tarihten bağımsız “objektif”, insandan bağımsız bir soruyla meşgale olmak zorunda da değil. Etik ve estetik insandan bağımsız nasıl düşünülebilir? İnsandan bağımsız bir referans noktası alsak da (ki bence alınmalı), eninde sonunda mevzuuyu insanla noktalamak durumundayız etik söz konusu ise...

Camus’nün sorusu modern zamanlara dair iyi bir sorudur ve doğrudan yaşamlarımızın nasıl organize edebileceğimizi irdeler. Modernizmin sorunsalı Tanrısız bir etikle et ve tırnak gibi içiçedir. Bu soruya verilen “abzürd”ü onaylayan bir cevap ne kadar yerindedir, o da tartışılacak bir konu.

Matrix’te Neo ve Cypher’ın sorunsalı ise tam da bugünün nörobilimlerinde gelişimi de dikkate alırsak önemli ve bence temel bir etik mevzuuyu dile getiriyor: Sorunun çözümünü dışarda aramalı mıyız? Dışarda bir hakikat varsa bile, bununla meşguliyete değer mi?

Bu ikinci soru bizzat verilecek cevaba göre aydınlanmanın safında olup olmadığınızı belirleyecek bir turnosol kağıdıdır.

Thomas Metzinger, Ego Tünelinde “üstün yapay zekalar” üretiminde dikkatli olmamızı, bizim gibi bir ego modeline sahip makinalar ürettiğimizde, onların acı duyabileceklerini ve dünyada “acıyı” arttırmanın doğru bir seçim olmayacağını söylüyordu. Bu tezde çok problem var. Birincisi ego modeli zorunlu olarak bilinçlilikle eşleştirilmeyebilir. Bilinç için bir ego gerekli ama yeterli olmayabilir. Örneğin bir zamanlar çocukların elinde pek popüler olan şu Japon oyuncakları tamagotchi ‘ler ağlayabiliyorlar, onları besliyorsunuz, altını temizliyorsunuz filan! Metzinger aksini savunsa da böyle gelişmiş bir egoya haiz robotun “acıyı duyduğu”na ben ikna olamıyorum. Çünkü sadece egolardan, simülakr'lardan ibaret değiliz! İkincisi, acı’nın çekilmemesi gerekli bir duyguya indirgenmesinde problem var. Bunu kriter alsak bırakın akıllı robotları, büyüme sürecinde bol miktarda acı ile donanmış insan soyunu devam ettirmek de yanlış o zaman... Doğurmayalım gitsin! İnorganik cansız aptallık yığını –bildiğimiz kadarıyla- acıdan yoksun değil mi? Bundan Metzinger’in kitabının son kısmındaki etik önermelerinde ciddi problemler var kanaatindeyim.

Sonunda sorumuz şuna evriliyor: Eğer insani yaşantısaldan egoyu (imgeseli) ve toplumsalı (simgeseli) çıkarırsak arda ne kalır? Tamam, kabul: bu soru sinsice “arda birşey kaldığını” varsayıyor. Benim ya da bana göre materyalizmin varsayımı bu.

Yani Cypher herşeyi unutmak istese de, arda kalan birşey vardır bence. Ve bu, bir insanın hafızasından da bağımsız bir şey’dir. Benden bağımsız ama benim ilişkiye geçebileceğim nesneler bütünü diyebiliriz bu şeylere...

Dışarısı kırılgan ama değerlidir demeyi tercih ediyorum, bu yüzden.

Çılgın zamanlar

Bir önceki post’ta ifade etmeye çalıştığım bendeki ‘bakış’ değişikliğine sebep olan ya da tetikleyen en önemli metin sanırım Meillassoux’un After Finitude isimli eseri oldu. Kitap hakkında o ara birşeyler yazmıştım.

Şu basit gerçek beni daha bir cezbetti: İnsan olarak algılayamayacağım nesnedeki (Kant’da kendinde şey, nomen) şey ‘var’dır ve ana eleştirel felsefi eğilimin aksine bu ‘şey’ hakkında konuşulabilir. Yani ‘dil’in dışına da çıkılabilir’, ‘dil evimiz olmak zorunda filan değildir’.

Bunu gayet basitçe Platonik mağarada modelleyebilirim: Ellerim kollarım bağlı mağarada oturuyorum, gölgeler ‘algılıyorum’ (daha doğrusu gölgeler ben’de algılanıyor). Gölgeler görüyorum demedim, çünkü burada ‘görme’ sadece göz ve beyindeki görme merkeziyle gerçekleşen bir olayı da aşıyor. Gölgeler farklı duyumlarla ‘algılanıyor’, ‘anlam katılıyor’, ben tarafından algılanan ‘fenomen’lere indirgeniyor. Freud’dan beri biliyoruz ki, bu algılanmanın tamamı ‘anlam’a, fenomene katılmıyor; sadece küçük bir kısmı... Yani anlam dünyasına katamadığım bir yığın kod nöronlarda var – o anlamlandıramadığım ama varolan tam da Freudian bilinçdışı’na denk düşüyor: Things that I don’t know that I know; unknown knowns... Bildiğimi bilmediklerim. Aslında "bildiğini bilmediğin" ifadesi semantik olarak bir yanlıştır tabii ama bu karmaşa cümledeki iki eylemin özce farklı olmasına rağmen ‘bilmek’ sözcüğüyle eşlendirilmesinden kaynaklı... Bilmek kabaca üç basamaklıdır denebilir: Algılarım, kodlarım ve anlamlandırırım (fenomene indirgerim). Bu üçüncü basamak eğer gerçeklenmezse bu bildiğimiz anlamda ‘bilmek’ olmaz. İlk iki aşama ile dışarıdaki şey’i ben’de kodlarım, ama fenomen olarak anlamlandırmayı (türlü sebeplere) beceremem. Böylece bildiğimi bilmemiş olurum!

Neden? Türlü sebepler dedim. Bu sebeplerden biri Darwinci adaptasyonla açıklanabilir, zira birincil, primordial amacım mağaraya uyum sağlamak, o mağarada olabildiğince parazit olarak genlerimi taşıyabilmek. İhtiyacım olmayanı neden anlamlandırayım? Tabii aynı zamanda öyle ‘mükemmel’ varlıklar olmadığımızdan ya da dinlerin varsaydığı gibi evrenin efendisi olmadığımızdan da olabilir bu. Kaynaklar kısıtlı! Vahşi ve bitmeyen kavgada ‘manyetik dalgaları’ algılayabilecek bir duyumuz mevcut değil mesela. Öyle olsaydı, türdeşlerimiz primatlarla cep telefonuna ihtiyaç duymadan, en başından haberleşebilecektik halbuki. Daha başka çok sebep sayılabilir ama bu konuyu kapatayım.

Dediğim, ihtiyacım olmayanı anlamlandırdığım anda, bilişsel mekanizmalarımda bir karmaşa olacaktır ve kolayca yem olabilirim. Koşmam gerektiğinde koşamayabilirim – Bu anlamda ilkel dünyada ilk yem olacak olanlarımız entelektüellerdir muhtemelen!

‘Aydınlanmanın öznesi’ olduğumuzda, ihtiyacımız olanı da artık farklı tanımlamaya başlamış oluyoruz. Bilebildiğimiz kadarını bilmek! Bu suretle mağaraya yansıyan resmin kendisini hedefliyoruz, resim dediğim asla tanımlayamadığım ama bilmek için çabalayacağım, elimden geleni ardıma koymayacağım şeyler bütünü. Bir önceki yüzyılda misal Naziler gibi canavarların çıkması aydınlanma’nın elbet bir semptomu olabilir tabiatıyla, çünkü o resmi anlamak yolunda bir mentalite basbaya canavarca bir yönelimdir. Ama sırf bu semptomundan ötürü “canavar”lıktan vazegeçilmemeli. O semptomları, yan etkileri anlamanın ve gerektiğinde törpülemenin yolu da aydınlanmayı temel almaktan geçer; keyfi semavi metafizik önerme ve pratiklerden değil. Frankfurt okulu bazı düşünürlerinin ıskaladığı nokta bu dediğim olabilir.

Şimdi mağaradayım, gölgeler benim içimde olaylar silsilesi olarak gerçekleşmek suretiyle algılanıyor (merkezsiz ben) ve bilebildiğim kadarını bilmek istiyorum (özne). Bir de ‘teknoloji’ var tabii, mağaranın duvarına yansıyanın farklı özelliklerini ortaya çıkarmak, iyi projeksiyon aletleri kullanmakla mümkün. Misal elektron mikroskobu ile hücre hakkında çok daha fazla bilgi sahibi olma olanağım oluyor.

Ben’den vazgeçmemiz gerekiyor bir noktada. Zira mikroskop, yarasa, ben hepimiz mağaranın içinde ve dışarısıyla birşekilde haberleşiyoruz. Yarasa kendindeki radarı kullanarak farklı boyutları algılıyor, köpek benim ulaşamadığım dalga boylarını algılıyor, farklı ‘görüyor’. Demek ki mağarada ben tek değilim. Türlü nesneler farkında olmasam bile benimle sürekli etkileşim halinde.

Mesela Google diye birşey icat oluyor. Artık izlediğim filmle ilgili didaktik detayları hafızamda tutmak gereği duymuyorum. Anahtar bir kelimeyle araştırıp bulabileceğim koca bir veritabanı önümde varken, neden yapayım bunu? Beynim ‘benden’ habersiz gerekli düzenlemelerle hafızamın çalışma dinamiğine narin fırça darbeleri atıyor bunun için. Değişiyorum.

O zaman fenemonolojik ‘ben’ ne için var? Anlamlandırmak neden gerekli? ‘Bilebildiğini’ ve hatta bilinçdışından da dem vurduğumuza göre ‘bilemediğini’ bilmek için mi? Platon bunları duysa heyecandan kuş olup kanatlanmaz mıydı? Müthiş zamanlarda yaşıyoruz. Farkında mıyız?



Edit: Bu post'tan birkaç gün sonra 'Googled Brains?' başlıklı daha yeni kaleme alınmış bir Nature makalesine denk geldim.

kendilikten kopuş

bir zaman geldi - ve artık kendi etrafımda dönen olayları dinlemekten, planlamaktan, fantazyalamaktan, yazmaktan vazgeçtim. okumaktan da... örneğin tezer özlü'nün belki tüm kitaplarını, ve hatta yeni açığa çıkan mektuplarını okudum. ama bir daha asla okumam. (komik olan tam da bunları yazarken, şimdi telefonumu çaldırdı kızkardeşim ve bayramda tezer özlü’nün aşiyan’daki mezarlığına gidelim, dedi. neden olmasın?)

bir insanın kendiyle yabancılaşmasından doğan sözcükleri yağdırması ve sadece ‘orada -kendinde-kalması’ beni etkilemiyor. önceden de başka bir yerde demiştim: iyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir! kendi sözcüklerim etkilemezken, bu noktada kendime tahammül edemezken daha,kendinn dışına çıkmadıkça edebiyatçının kralı ve kraliçesi gelse beni etkilemiyor. hatta zavallı buluyorum. bu zavallılığa kibir karışacak diye korkarım, yalnız. kibir değil küçümseme – belki geçmiş’teki kendime duyduğum sempatiyle karışmış bir küçümsemeden bahsediyorum. camus ilk kitabını pek beğenmezmiş: “yirmiiki yaşında bir insan yazar olamaz” diye gerekçelendirmiş bu beğenmezliği. bizim ülkenin yazar ve insan çevresinde bazılarımız hep yirmiiki yaşında kalmaya yemin etmiş... sempatik şeyler, kedi canlarını onların...

yazının estetiği çok iyi olabilir – ama bunu anlatış şekli, kendi ‘temel’ fantezisiyle kurduğu bağı ön plana almak daha birincil planda benim için artık. özellikle de yazan yazısıyla bunun dışına çıkamıyorsa. çok sevilen aslı erdoğan’ın romanları iyi örnektir bu dediğime. iyi bir edebi lafazanlığı ve duygusal iniş çıkışları iyi anlatan metinlerdir erdoğan’ınkiler ama yazının dinamiği bunun dışında bir yere de çıkamayacak durumdadır aynı zamanda. kendi kendine ‘hiç’ dokunmaz – belki de bir yazıyı özellikle de dokunmadığı yerlerinden tutup, öyle eleştiri süzgecinden geçirmeliyiz. bu tür metinlerdeki türlü lanetleri yazar kendine ‘dürüstçe’ giydiremiyor işte. kendine lanet etmesinden kastım bir mazoşistlik övgüsü asla değil. bu tür mazo edebi söylemler etkilidir ergen edebiyatında tabii, ama dediğim yazının dinamiğine dair bir lanet okuma, kendi diye koyduğunu yadsıma becerisi ve tarzı. artık kendi olmayan bir kendilik’e varacak bir kurgu. biraz da iyi örnekler verelim: tol’uyla ve har’ıyla murat uyurkulak bahsettiğim bu noktalarda çok daha iyi bir yazar kanımca.

dün sevgili arkadaşım, otuzundan sonra marksist olmuşsun dedi. haklı olabilir. gerçekten marx dediğim ve okumaya çalıştığım zamanlarda belki de marx'la ilgili aslında hiçbir ilişkim yoktu. üniversite yıllarında bir kızarkadaşım "marx'ın hizmetçisiyle yattığını duyduğumda, yıkıldım" demişti. marx'ı bu denli feodal bir yüceltime hiç tabii tutmadım, o kadar ileri gitmedim tabii, ama marx’ı da marx’ın yöntemiyle okumayı becermekte pek sakardım. zaman geçtikçe sosyalizmin gerçekten de öyle ebubekir'e, ömer'e, ali’ye, düldül’e, halk’a, önder’e filan bırakılamayacak denli yerel dışı, yeni, başka bir zihinsel altyapıya dayandığını daha iyi anlıyorum.

burada ‘pratik iş’i başka bir düzlemde gördüğümü söylemek isterim. elbette kendi motivasyonu benimkinden çok farklı olan öznelerle politik düzlemde biraraya gelirim – bu başka! ama burada pratik iş’le bunun gerekçesini ayırmak kanaatindeyim. bu pratik iş’e dayalı bir pragmatizme düşme riskinin sakıncasından bahsediyorum. birileri sizinle aynı şeyleri düşünmese de, onun motivasyonu dinsel de olsa mesela, eğer ortak akla ve iyiliğe uygunsa, biraraya gelmek ve dertleşmek gerekli ve güzeldir. ve fakat, ideolojik arkaplanda tortu bırakmayacak bir özenle yapılmalıdır bu.

politik iş'i elbette ortaklaşacağınız kesimlerle konjektüre uygun olarak yapmak durumundasınız, ama bu fikirsel kirliliği beraberinde getirmemeli. sert çizgilerle seküler ayrımlar, dindışı ayrımlar koyması gerektiren bir fikr eğer herhangi spesifik bir dinden örnekler vererek kendini rahatlatmaya çalışıyorsa bunda sorun vardır. brecht'in diyeceği gibi "eğer halkın problemleri var ise, o zaman değişitirilmesi gereken belki halk’ın ta kendisidir". bu denilen bir takım liberal tayfanın düşüneceği gibi yukarıdan bakma filan değildir - tam tersine "halk doğruyu söyler her zaman" diyip dalkavukluk yapmaktır yukarıdan bakmaya denk düşen.

halk diye bir tabuyla hakikatin üstünü örtmektir ki, buna da politik literatürde popülizm deniyor zaten. avrupa birliği reçeteleriyle hâl-i halk’ın iyileşeceğini düşünenler aslında sinsice de olsa halka yine birşeyleri dayatmakta değiller mi? ‘halk'a birşey ‘dayatma’dan politika olmaz - her demokrasi bir dayatmadır bu bakımdan. bunu varsaymak ‘dayatmak’ için bilinçli bir eylemi gerekçelendirmez, tam tersine varolanın bilgisini edinip, bundan yola çıkıp eylemi içine alır. burda liberallerin sıkça yaptığı gibi ‘dayatma’ (ya da diyelim diktatörlük) öyle gökten inmiş bir kavrammış gibi bir işleme tabii tutulmaz; bulunan tarihsel düzlemin içinde maddi aktörlerle ilişkisi içinde ele alınır, ve buradan bir politikoetik geliştirilir. ayrıntılar için bkz: tarihsel materyalizmin abc’si. bunu akılda tutsak, türkiye'deki politik denkleme burdan baksak, aslında altangillerin ikinci cumhuriyetçiliğinin birincisinin düşünce tarzından pek de ayrılmadığını, aslında şekil değiştirmiş bir dayatmacılığı göbeğinde barındırdığını göreceğiz, mesela.

bu post’u artık ülkeye dair güncel politik’liği düşünmek istemiyorum, sıkıcı geliyor diye karalayacaktım, ama iş liberallere kadar geldi, hay allah! neyse, diyeceğim yaş ilerliyor, yorgun demokratlığımızla birlikte. düşünecek başka problemler var: bıktım lan artık kürtlerinizden, türklerinizden, bombalarınızdan. böyle bir cümleyi üsluba uygun söylemek istedim aslında, ama olduğu gibi bırakalım. velhasılı kelam, işte yok artık güncel politik ya da birilerinin fantazisiyle kendini özdeşleştirebileceği satırlar... benden bu kadar.

Akademi, hakikat, kendini yadsıyan doğu

Bir Saffet Murat Tura kitabının daha sonuna geldim: Histerik Bilinç. Madde ve Mana'dan sonra Tura'nın diğer kitaplarını okumak durumunda kaldım - Seneler önce elime "Freud'dan Lacan'a psikanaliz" geçtiğinde, pek de beğenmemiştim doğrusu... Bunda en önemli sebep o zamanlar Lacan'ı anlamak arzum olabilir ve Tura'nın belki de bu en çok satılan kitabından bu beklediğim şeyi alamamıştım. Ama Tura'nın olgunluk kitapları sanırım benim de bir tür olgunluğumla çakışmış olacak ki, son birkaç ayda sırasıyla "Madde ve Mana", "Şeyh ve Arzu" ve şimdi de "Histerik Bilinç"i okurken zevk aldım. En önemlisi herbirinde sorunlaştırılanlar, kafamdaki sorularla çakışıyordu. Bir de bu kitaplarda psikanalizin ‘yapıcı’ bir eleştirisini izlemek, nörobilimle teğet geçmem sebebiyle olacak, benim için heyecan vericiydi. Bir de Tura'nın metinlerindeki analitik yöntemi, yani önce sorularını oluşturması, ertesinde de bunlara 'materyalizmin dışına çıkmayan' çözümler araması bahsettiğim metinlerindeki çekiciliği arttırdı. Bunu da bir tür samimiyetle sunuşu da artı puan tabii.

Histerik Bilinç, her ne kadar nerdeyse tamamıyla batılı bilimsel kaynaklara dayanıyorsa da, doğulu bir yazardan böyle bir metin okumak güzeldi. Doğulu’dan kastım, asla geçmişin "doğusuna, Osmanlısına, İslamına" güzelleme yapmak amaçlı değil. Geçmişin doğusundan bahsetmiyorum.

Batıda kapitalizmin kazandığı ivmeyle bilimin iyice bir teknik işine indirgenebilmesi, bilimcilerin profosyonel bir alana hapsedilmeleri, batılı ideolojik altyapıdan çıkan sesin ister istemez darlığına sebep oluyor gibi geliyor bana. Bazı bloglarda ya da sosyal medyada çeşitli paltformlarda ara ara Türkiye üniversitelerinde dönen üçkağıtları (kalitesiz yayına yönelip, yükselmek gibi; ya da açıkça başka kaynaklardan aşırma tezler ve yayınlar yapmak gibi) teşhir eden yazılara rastgeliyorum. Belki ülkedeki pisliklerin gösterilmesi iyi bir hizmet ama bunu Batı akademiyasını referans alarak yapmakla, bence bu yazarların pek de farkında olmadıkları bir oryantantalist bakıştan öteye geçemiyorlar maalesef. Türkiye'de hilekar akademisyenlerin ipliğini pazara çıkarmak iyi güzel bir uğraş olabilir tabii, ama Batı'nın bilimsel gelişimini görmezden gelen bir bakış'a yanaşmadıkça o uğraş benim anladığım anlamda kaliteli bir eleştirelliğe dönüşmekten çok çok uzakta.

18. ve 19. yüzyılların Foucault’nun disiplin toplumunun dünyasındaki “idealist”, aristokratik, merak üstüne kurulu bilimci imagosunun da, şimdinin kontrol toplumunun üretim ilişkilerine bağlı olarak şekil değiştirdiğini teslim etmeliyiz. Deleuze’ün ünlü "Postscript on the Societies of Control" isimli makalesinde bahsettiği gibi disiplin adamı “süreksiz bir enerji üreticisi” idi, aynı disiplin toplumunun temsili mekanı olarak fabrika gibi “konsantre” idi. Kontrol toplumunda ise yine aynı makalede çok iyi tasvir edildiği gibi, sistemin ideolojik aygıtları olarak “okul, askerlik, fabrika, hastane, hapishane” ayrık mekanlar olmaktan çıkmış, bunların herbiri ilginç bir şekilde diğerlerinin işlevini de üzerine almıştır. Kontrol toplumunun temsilci mekanını “şirket” olarak tasarlamak mümkün gibi görünüyor. Hem eğitim çalışmaları, seminerler veren, sınavlar yapan (okul), hem elemanını aynı amaca kilitlenmiş hiyerarşik bir takımın parçalarına indirgeyen (askerlik), hem artı-değere el koyan (fabrika), hem kendi sağlık reçetesini çalışanının önüne koyan, psikolojik üniteleri olan (hastane), hem de teknolojik Panoptikon-vari gözetim merkezleri olan (hapishane) Şirket (olarak üniversite), tüm bu özellikleri ile, disiplin toplumundaki herbir aygıtın içiçeliğinin temsili bir resmini verecektir.

Şirketin tasviri batıda bir bakıma Bilimcinin de kaderidir aslında: iş güvenliği elinden alınmış doktoralılar ordusu, sıklıkla adı geçen araştırıcı, araştırma görevlisi ya da ileride yükseldiklerinde “araştırma patronları”nı kapsayacaktır. Zira özellikle batıda “grant” yazmak ve ulusal sağlık enstitülerinden orduya kadar hayli prestijli kurumlardan “para” alabilmek ve bir projeye başlamak demek, iki şey anlamına gelir: Kısa süreli, güvencesi olamayan projeler, ve o projelerle para desteği alan profosörün (ya da araştırma patronunun), direkt üretim araçlarını yani projenin yürütülmesi için gerekli olan her türlü ekipmanı, çalışanları (doktora, yüksek lisans öğrencilerini ve doktora sonrası ücretli köleliğe devam anlamına gelen postdoktora araştırmacıları) ve elbette kendini de temin olanakları. İlginç olan, hiyerarşide en yukarıdan en aşağıya kadar insan faktörünün projeye tabii olmasıdır: “Herşey proje için”! Projeden tüm bireylere arda kalan ise yine impact, etki faktörlerine göre bir hiyerarşiye dizilmiş “bilimsel” dergilerde yapılan / yapılmak zorunda olunan yayınlardır. Yayınların basıldıkları dergilerin etki faktörlerine göre ağırlıklandırılmış toplamı, o projede yer alan tüm ekibin cebine giren kazanç anlamına gelir bir bakıma.

Başka bir deyişle bu toplam, şirketin saygınlığının, güvenirliğinin yani bir sonraki alacağı projenin niteliğini ya da sektörde hayatta kalıp, kalamamasının direkt kriteri seçilmiştir. Böylelikle yapılmakta olan bilim, kontrol toplumu tarafından herşeyi ile “ölçülebilir” hale getirilir; ve aslında zihinsel emeğin ölçülemezliğine de ket vurulmuş olur. Birebir tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin uzmanı” anlamına gelen PhD’li çalışanlar ordusu aslında Şirket’in çılgın döngüselliğinin teminatıdır: Her biri işçidir ve her biri patron olabilir; hatta her biri artık çok uzakta da olsa “tenure” yani kadrolu, işten kolaca atılamayacak duruma getirilebilir. Bu ordunun birebir tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin öğreticisi” anlamına gelen PhD’li çalışanlarının sormaları gereken soru bence, bir projeden bir projeye itiklenen Araştırma’nın, bilimin performatifliğinin motivi olarak bilinen merak duygusuyla, uzun vadeli emeğe dayalı bilimsel keşifle olan ilintisini ne denli koruyabildiğidir?

Gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de projeyi veren kurumun (firmanın, ordunun, devletin birimlerinin, vs.) Sermaye’nin başdöndürücü olarak ilerleyen zaman belirlediği araştırma konularıdır. Yani araştırılması gereken bilimsel konu da popülerleşir, hot topic diye tabir edilen 5-10 yılda bir çalışılması gereken konular değişir, hatta bilimsel konferansların, kongrelerin konusu ve sıklığı bile bu talebe kendini uydurur. Söz konusu olan üniversitelerin, kontrol toplumunun üretim ilişkilerinin aslında idealleştirildiği, kaygan birimler haline getirilmesidir. Bundan dolayı “üniversite-sanayi işbirliği”ne karşı çıkmak iyi niyetli olsa da yersizdir; çünkü ortada bir işbirliğine gerek olmayacak şekilde üniversitenin ta kendisi üretim ilişkileri ve üretici güçleriyle birlikte yapısal olarak sanayii’den da fazla sanayiileşmiştir. Yani bir bakıma üniversite, sermayenin fantastik, kaygan zeminli üretim mekanıdır. Eski güzel günleri anıp, üniversiteleri aydınlanmanın mekanları olarak kutsallaştıran lafızlar, bu gerçeği flulaştıran reaksiyoner “ideolojik” söylemler olmaktan öteye gidemezler.

İşte Saffet Tura’yı okumak bu anlamda benim için doğulu bir tad almak demek oluyor. Bilginin kendisine ulaşmak için kapı aralayan bir yüce’liğin hazzını bana tekrar tekrar yaşatarak yapmış oluyor bunu. Benim güzellemesini yaptığım da yukarıda Batı’nın şirketimsi bilgi üretiminin dışında bir yerde bir bir bilmek arzusundan ibaret.

Altını yeniden çizeyim: Geçmişin ilkelliği değil asla işaret ettiğim, ama olası bir geleceğin doğu'sundan söz ediyorum. O doğunun içinden çıkan bir bilmek, algılamak, duyumsamakla gerçeklenen gayet “seküler” Hakikat arayışı bu dediğim. Başka bir deyimle idealleştirdiğim ‘doğu’, ancak Batının önüne koyup da gerçekleyemediği ve hatta ihanet ettiği aydınlanmanın ve bilgeliğin peşinde olduğu sürece geleceğin doğusu olmayı hakedebilir.

Histerik Bilinç’in son sayfalarında şu yazılanlar belki bu dediklerime dayanak olabilir:

Elbette evrendeki maceramızı ve evrenin gerçek macerasını anlayabilecek düzeyde değiliz henüz. Ama küçük de olsa bazı adımlar atabilmemiz umut verici. Gelecekte bir gün evrenin gizeminin ardındaki gerçeği, bizim bu büyük oyundaki yerini anlayabilecek miyiz? Bazı insanların yaşamlarının merkezindeki tutkuyu dile getiren bu soruya olumlu yanıt vermek istiyorum. Yoksa bu gezegen üstünde kurduğumuz, adına ‘tarih’ dediğimiz saçma oyun-gerçekliğin türümüzde yarattığı acılardan ibraret olurdu dünya...

Ama bu ne’lik soruları sayesinde kendimizi (yalnızca) tarihin değil, evrenin bir parçası olarak algılayabilir, bir an için de olsa bu sıkıcı oyundan başımızı kaldırıp gökyüzüne bakam umudu bulabiliriz içimizde. Aslında kendi yaşamını, kültürünü, tarihini aşan, bunlara aşkın sorular sorabilmek doğanın türümüzde gerçekleşen en ilginç özelliklerinden biridir de. Evrenin bizde kendini anlamaya çalışma imkanı yakalaması güzeldir...

Nietzsche ‘Tanrı öldü’ demişti. Eğer yanılmıyorsam “insan da öldü”. Ama gene de bu gezegende maddenin acı çekiyor olması harekete geçirebilir bizi. Bizde ve bizim aracılığımızla fiziğin çalışması iki şekilde de yorumlanabilir. Duralım veya devam edelim. Özgür bir seçim olmasa da maddenin bizde devam etmeyi seçtiğini görürüz. Umut verici olan maddenin bizdeki ısrarıdır. Doğru cümle şöyle: Umut verici olan biz olan maddenin ısrarıdır.

Böyle böyle kitap hakkındaki düşüncelerime vakit de kafa da kalmadı şimdilik... Olsun, onun da yeri gelir bir zaman.

Ben ve ideolojiye dair

Thomas Metzinger’in Ego Tüneli kitabı “kişi” (Self) hakkında düşünceleri yeniden gündemime taşıdı. Bu kitapta değinilen ve değinilmeyen son nörobilimsel gelişmeler aslında psikanalizle benzeşen noktalar arzediyor. Bu tür bilimden hareket ettiğini iddia eden metinlerin illa ki psikanalizin ve Freud’un adını dahi anmaması ya da daha da kötüsü Freud'dan olumsuz babda bahsetmesi beni garipsetiyor. Öyle ki bazen psikanalizin günümüz nörobiliminin bilinçdışı olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Örneğin ‘ben’ dediğimizin, yani Ego’nun dış dünyadan kotarılmış bir aynasal imgeler gestalt’ı olması Freudian ve Lacanian mentaliteyle ve terminolojiyle fazlaca uyum içinde... Nörobilimden bu sonucu çıkaran bir bilimcinin psikanalizin temel varsayımlarına müteşekkir olması gerekirken, “aslında Freud saçmalıyordu” demesinden daha büyük bir saçmalık tahayyül edemiyorum. Nörobilimle uğraşan sıradan bir bilimcinin ya da filozofun egonun dış dünyanın bir modeli olarak keşfinden yola çıkarak illa bir yere saldırması gerekiyorsa, bunun için günümüzün “bilimsel” olarak kabul görebilen ve revaçta olan söyleminde ben’in dışına çıkmaktan aciz olan davranışçı psikolojiyi hedef tahtasına koyması gerekmez miydi?

Tüm bu şerh bir tarafa, Ego Tüneli açık, okunur bir dille yazılmış, hakkında söylenecek, kafa yorulacak çok şey olan, harika bir kitap. Metzinger, ben’in ne olduğuna dair bilimsel deneyleri biraraya getirip, hatırlatmakla kalmıyor; sonlara doğru artık nörobilimsel sonuçlara dayalı bir politik-etik tutum almak gereksiniminin de altını çiziyor.

Bir şeyi ben’in parçası olarak kabul etmemizin koşulu nedir? Metzinger’in kitap boyunca bahsedip durduğu ‘plastik el ilüzyonu’ bu konuda bir fikir verebilir belki bize. (Bu ilüzyonu da görüntülü olarak bir powerpoint’te görebileceğiniz yazarın TED konuşması şuradan izlenebilir.) Ben’in parçası sadece ve pür bir ilüzyon olabilir. Sadece algısal bir ilüzyon nedeniyle kendiliğimizle pek de alakası olmayan bir nesneyi ben’in parçası haline getirebiliriz. ‘İdeoloji’nin sızdığı en temel kapılardan biri bu. O yüzden benlik ve ego bazı durumlarda ideoloji ile ilintilidir diyebiliriz bence.


İkinci olarak yukarıdaki soruya benim önereceğim ‘kontrol edebildiğim şey’ olurdu. Örneğin tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyan biri bunu bizzat ego modelinin bir parçası saymak durumunda kalır. Çünkü 1) onu kontrol edebilir (bizim örneğimizde direksiyonuna eliyle temas ederek, ya da uzaktan kumandasıyla), 2) onsuz çok şey eksik olur (bizim örneğimizde bir yere kolayca ilerleyemez).

Yine akla profosyonel bir tenisçinin raketini ya da protezli bir engelliyi getirebiliriz. Tenisçi eğer raketi egosuna ait beden modelinin bir parçası haline getiremezse, ona ağın karşısından top geldiğinde karşılık verebilmesi için gerekli bir sürü uyaranı (görsel, işitsel, motor, vs.) böyle hızlı bir şekilde işleyecek nöral senkronizasyonu sağlayamazdı. Yani iyi bir tenisçi asla olamazdı herhalde.


İkinci verdiğim örnekte ise, protezini kendi vücudundan parça olarak modellemeyi yani Ego’suna eklemlemeyi başaramayan biri ise en basitinden kendisinin yürümesi ya da tutması için çok gerekli olan ‘yapay’ elini ya da ayağını dış ortamdaki tehlikelerden sakınamazdı. Öyleyse benliğimizin temel direği olan Egosal temsiliyet aslında ATP’leri yıkıp, enerjimizi harcamaktan kaçınmadığımız şeyler aynı zamanda. Birşeyleri sakınmak için onun kendimim olduğunu kabul etmem önemli bir şart. Bu beynimce o şeylere “yararlılık” atfediyorum, o şeyleri böyle kodluyorum demektir diyebiliriz.

Tüm bunları toplarsam, bir ‘şeyi’ egomun parçası kabul etmem için onun bana bir ‘yararlılığı’ olması gerekir, yararlılığın sağlanması için de onu bir şekilde ‘kontrol’ edebilmem gerekir diyebilir miyiz?

En başta bahsi geçen ideolojik ilüzyona, plastik el ilüzyonuna dönersek, bu dediklerimin aslında resmi tam anlamıyla açıklamaya yetmediği görülür. Çünkü zaten eli olan bir kimsenin ‘plastik bir el’e ihtiyacı yoktur, onu kontrol da edemez, zira deneydeki plastik el ve benim aramda bir temas yok. Ama tüm bunlara rağmen, bu deneyle yine de bir ilüzyon yaratarak kısa süre için de olsa, plastik elin aslında kişinin bir parçası olduğuna kişi inandırılabilir.

Elbet biri gelip bu tezi yanlışlamak için, “ama bu tür bir ilüzyonla ego temsiline o plastik el kısa süreliğine katılıyor; kişi çok kısa bir sürede aslında elin kendi parçası olmadığını anlayacaktır” diyebilir. Bence bu sürenin kısalığının uzunluğunun mevzumuzla çok da bir ilgisi yok. Bunu uzatabilecek deneyler de var. Misal bizzat Metzinger’in de katkıda bulunduğu başka bir deneyde, bir deneğe ‘’google” takılıp, sahte bir sanal beden projeksiyonu başka bir koordianata yansıtılıyor ve zamanla birey kendi dışında bir yapay bedeni kendi bedeni olarak kabulleniyor. Kişi o “google”u taktıkça ve ortam koşulları değişmediği müddetçe ego temsili “gerçek” bedenden bambaşka bir koordinatta oluyor böylelikle. Tabii burada da göreceli bir kontrol var aslına bakarsak; zira kişinin projeksiyonu olan beden ve kendi hareketleri arasınaki uyum ya da koherans bozulduğu anda, beyinde bir “şok” yaşanabilir, ve ego artık o projeksiyonu kendi bedeninden, kendinden kabul etmeyebilir.

Yalnız işte yine de "kontrol” noktasında dikkatli olmalıyız kanaatindeyim. Kim kimi (ya da daha doğrusu ne ne’yi) kontrol ediyor? Ego şey’i mi, şey ego’yu mu?

Dışarıdan yaratılan ve süjenin kendiliğinin bir parçası olarak onay verdiği ilüzyon, kontrol edildiği halde kontrol edenin bizzat o süje olduğunu kabul ettirecek sofistikeliği sağlayabilirse eğer, bu durumda kendini dışarıdan kopup gelip bedenlerimize yapışan simbiyotik bir ilişkiyi kabul ettirebilir. Metzinger’in de anlattığı gibi beyin bu anlamda gerçeklikle kontaktta bulunan kişinin farkındalığını devre dışı bırakan harika bir arayüze sebep verebiliyor zaten!

Öyleyse miyonlarca yılın birikimiyle evrimsel süreç öylesine bir sofistikeliğiyi meydan getirdi ki, aslında “kendilik” diye kabul ettiğimiz herşey en temel ilüzyondur çıkarımına kolaylıkla ulaşabiliriz buradan. O vakit, ben’in dışına çıkamayan, dış dünyayı ben’le, egoyla eşleyen her diskurun yolu zorunlu olarak ideolojiye çıkacaktır.

Oyunun dışında bir yerde...

Geçen bir dostumla konuşuyorum. Yakın çevresinde oturup "kamusal akıl" (public use of reason) işletecek insan olmadığından dem vuruyor, şöyle "akıllı" insanlarla biraraya gelemiyorum, iş hayatı bu insanları bulmama izin vermiyor diye şikayetleniyor. Üniversitedeki birlikte hiçbir çıkarsal bağa tenezzül etmediğimiz ortamlarımızı özlediğini söylüyor.

Bugün Freud'un biyografisini okurken, şöyle bir cümleyle karşılaşıyorum:

"Sigmund'un ihtiyaçlarının son derece alçakgönüllü olduğu doğrudur. Okumak için huzur ve sessizliğin, kendisiyle aynı kafadaki arkadaşlarının eşliğinin ve kitaplarının dışında istediği çok az şey vardı."

Gerçekten de dünya üzerindeki olası bir cennet için gereksindiklerim Sigmund'unkinden pek de farklı olmazdı herhalde. Arkadaşımın özlemini çektiği de "aynı kafaki arkadaşların eşliği" oluyor, yukarıdaki alıntıdan yola çıkarsak.

Burada arada özlemi çekilen, işte simgesel dünyanın üzerimize giydirdiği kıyafetlerin, sembollerin, ünvanların dışında bir perspektifle paylaşımda bulunabilecek yoldaşlar... Gündelik-politik kurgular da elbet bahsettiğim simgesel düzenin bir parçası. Buradan asla "politik oyunlardan bahsedilmesin" demiyoruz; ama bunun dışına çıkan bir merak duygusuyla o kurguya -eğer temas edilmesi gerekiyorsa- temas edilsin, diyoruz.

Buna benzer türlü türlü cümleyi dün Saffet Tura'nın Şeyh ve Arzu'sunun son bölümünde pozitivizmden ve dinsel vahycilikten kopan bir aşkınlık arayışı olarak tabir edildiğini okudum. Talihliyim! Bu ve benzer cümleleri görmem kafa yalnızlığımı silkelemeye yetti bile. İnternet de ıssız adacıkları birleştirme imkanı vererek büyük olanaklar sağlıyor aslında. Çöplük içinde gezerken besinin kokusunu alıp, dikkati dağıtmadan, hedefine yönelen becerikli bir kedi olmanız gerekiyor bunun için tabii.

Tütünün entelekte faydaları

Almanya'dan ayrılırken sevgili Alman iş arkadaşlarımın bana reva gördükleri hediye elinde puro tutan bir Freud oyuncağı ve bununla birlikte Dominik Cumhuriyeti'nde üretilmiş el yapımı siyah ve kalın bir puro oldu. Bu ikincisiyle nasıl da bilerek ya da bilmeyerek bir fallik şaibeye layık gördüler beni, sağolsunlar.

Bilindiği üzere Sigmund Freud puro sevdası yüzünden son yıllarında gırtlak kanserine yakalanıp, pek acı çekti. Tütünden acı çeken başka bir düşünür Deleuze yine aynı illetten konuşma yetisini bile kaybetti, öyle ki kendini "oksijen tüpüne zincirlenmiş bir köpek gibi" tasvir etmek durumunda kaldı.

Tütünü düşünürlere yakıştırmayan bir Schopenhauer anımsıyorum. Tütün, düşünmemek için bir bahaneydi diyordu bir yazısında kendisi. Öyle ki "pür" ve kesintisiz düşünemeyenler arada tütün içerek geçiştiriyorlardı bu tefekkür fukaralıklarını... Kısaca yine bildiğimiz klasik Schopenhauervari "Allah belanızı versin lan" kızgınlıklarından biri, bu kez puroculara, pipoculara ve sigara tüttürenlere yöneltiliyordu. Tamam biliyorum sevgili çok bilmiş aziz smartass kardeşim, o zamanlar sigara filan yoktu diye itiraz edeceksin ama ben "retrospekt" konuşuyorum, yazıyorum, capito?

Neyse efenim, ben bu noktada Schopenhauer'a pek katılamıyorum: Bir kez siz puronuzu içinize çektiğinizde bıraktığınız duman oldukça düşündürücüdür, düşünceyi itici gücü vardır kanısındayım. Akışkan mekaniği denen zımbırtıdan zihninize öyle süslü bir kolye çeker ki, o dumanın güzergahını izlediğinizde mest olursunuz. Böylelikle o minnacık çekip üfleme seansı elinizde tuttuğunuz kitabınıza daha da sıkıca sarılmanıza pekala vesile olabilir.

Sonra eğer ki loş bir ortamda yakmışsanız o puroyu, çakmakla kibritle vesaireyle ateşlemenizle birlikte zuhur eden anlık kıvılcım ve sönüm, içinizde gayet "varoluşsal" bir parıldaklık, acaiplik yaratır. Bana inanmıyorsanız, David Lynch ustanın "Wild at Heart"ındaki sahnelere daha bir dikkat edin. Daha bir dikkat edin. Daha bir dikkat.

Pascal vs. Dawkins


Pascal, İnsan İlminden Tanrı İlmine Geçiş ("Transition from knowledge of man to knowledge of God") başlıklı metinde insani evreninin çok büyükten çok küçük ve çok küçükten çok büyük olduğunu söylüyor. Bunu harikulade zengin detaylandırıyor.

Bence o zamanlarda yapılmış harika bir gözlem! Sonsuz insana ulaşılması zor geliyor, ama "hiçlik"e ulaşılmak da aynı derece zor zaten. Kuantum mu geldi aklınıza? Pascal epsilonu ve sonsuzu böyle güzel eleyip duruyor - ve tüm cümlelerinde Tanrı, İsa, azizler, mucizeler var; bazen can sıkıcı şekilde bol var - metinde bilimsel diskurla kafasındaki dinsel virütel kurgu birarada. İsa ve Tanrı ile epsilon ve sonsuz nasıl biraraya gelir? Pascal bu metinlerde neden sürekli Hristiyanlığı doğrulamak için "akılcıl" önermelerde bulunuyor?

Pascal'ın sırf bu bahsettiğim makalesini okusaydınız, "Tanrı düşmanı" Dawkins'in şu TED konuşmasını izlediğinizde aradan koskoca bir 500 yıl geçmesine rağmen bu denli benzer argümanları duyunca şaşırırdınız, Pascal'a hayranlık duyardınız. Bu videonun temel aldığı metni Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'nın (The God Delusion) son chapter'ında da okuyabilirsiniz.

Pascal fanatikçe Tanrı, İsa, Hristiyanlık diyip duruyor; Dawkins ise bunun tam aksine aynı kitabın tamamında şiddetle bunları gerekçelendirerek reddediyor, yeri geliyor Pascal'ın Wager'ının ne denli sakat bir mentalite olduğunu sağlam argümanlarla tartışıyor sayfalarında Dawkins... Ama, işte videodaki konuşmayla örtüşen kitabın o son kısımda evrenin ilginçliğiyle ve orta evrende yaşamamızla ilgili dedikleri ile tam da Pascal'la çok acaip benzeşiyor. Acaip evrenler olduğu gibi, ironik de bir düşünce dünyası var.

Buradan kolayca "din"in zekayla ya da bilimsel düzeyle "direkt" bir ilişkisi olmadığını söylemekle yetinemeyiz elbette. Din virütal bir mem'se eğer, işgal ettiği beyinleri kuşatıyorsa, "illahi" insanın dışsal maddi gerçekle olan ilişkisine zarar veriyor diyemeyiz. Çünkü işgal ettiği objeyi (insan beynini) ve o objenin ilişkide bulunduğu objeleri (mesela ekonomik sistem, devlet yapısı, ideolojik aygıtlar) gözönüne almadan aslında hiçbirşey diyemeyiz.

Bir materyalist olarak bir dışsal maddi dünyayı kabul etsem de, aynı dışsallığa ulaşmamın tek yolu ona dair kafamda kurduğum bir "model" olduğunun hep aklımızda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Bu model'i gelişkin bir düzeyde ancak soyut'ta kurgulayabilirim - dinsel mem'in tüm birimleri misal cinler, İsa, peri, Hira, cebrail, miraç, Ali, Burak, Düldül bizzat bu soyutlamayı bambaşka zengin bir düzeyde gerçekleşmesini zorlamıyor mu? Evet. Belki de spesifik (diyelim monoteist) bir dinsel kurgu bu durumda bilimsel bir bilgiye destek olmuş olabilir, onun ortaya çıkmasında itici güç olmuş olabilir. Bu ikisi arasında vakti zamanında enteresan ve sıkı bir ittifak kurulmuş olabilir.

Ama bu hala o ittifakın kurulabildiği anlamına gelmez. Aradan çok sular aktı. Bilimsel bilgi ile dinsellik arasındaki simbiyotik ilişki son bulmuş diyebiliriz - çünkü özellikle ikincisi büyük evrimlerden geçti. Modern insan ve din arasındaki ilişki hakikat avcılığından artık ötede ve buna çözüm bulmak için de zeka - din - ateizm gibi şeyler arasında ilintiler yapmak bana makul gelmiyor.

Dinin virütalliği - ve ona yapısal olarak neden ihtiyacımızın olduğu sorusunu es geçemeyiz. Belki de soruyu memetiğe uygun olarak tersten sormak çok daha doğru: Din bize neden ihtiyaç duydu?

sayıklama

Çok şey kazanmaya giriştik. Girişmemizle bir meşgale bulup herşeyi unutacaktık. Çok boş konuşuyorsun. Okuyucu hiç etkilenmedi. Nasıl bir giriş o. Çok şey kazanmaya giriştik. Mesela neyi? Daha açık ol, sen bence sözcük hazinesizliğinden, bu tasvir yetisizliğinden dolayı kısa kesip, bir de üstüne üstlük artistmiş gibi davranıyorsun. Ama kimse yemiyor. Bu bilgi çağında kimse yemez bunları. Okunmak istiyorsan, önce oku, sonra yazdıklarına bir delete atmayı bil, efendi. Boş konuşma, kimse yemez. Öyle aklına geleni yazıyorsun da amacın ne senin. Beğenilmek mi. Aferim denmesi mi. Sen bile inanmıyorsun dediklerine. Bak diyelim bir yazıya başlayacaksın. İlla kelimeler yetersiz gibi klişe ve estetik yoksunu bir cümleyle girişiyorsun işe. O dediğini biliyoruz da, sen üstüne ne katıyorsun. Hem madem kelimeler böyle tukaka sen ne diye bu kelimeleri kullanmak derdindesin. Sen adamı hasta edersin.