rakçılar ve filozoflar uzaylı değiller

erhan joe'dan aldım haberi: ee kaan abi de evlenmiş sonunda seçkin piriler adlı bir manken ablamızla. abinin gözaltı morlukları, belirgin torbacıkları, seçkin ablanın pek rüküş gelinliği, ağzım açık baktım fotoğrafa önce, ama sonra çok da garipsemedim.

yahu davul dengi mengine göre filan çalmıyor. dengimiz yok ki. biz bu hayatta dengimizi aramıyoruz. neşeliysek, neşeli ilgimizi çekiyor olmuyor her zaman. türkçe konuşuyorsak illa bir türkçe konuşan aramıyoruz. neyi garipsiyoruz.

rakçı abimizin "haberin yok ölüyorum" dediği hatunun seçkin abla olabileceğini sanmam. olsa olsa, "anlamadın ama o beni anladı" dediği harika şarkısındaki "o" kişi zamirinin imlediği, cümledeki ikinci kişi karakteri olabilir ancak. birinci karakter "iyidir, hoştur ve yokuştur; harbiden baya boştur" filan ama "anlayamaz".

bu ikinci kişi efendim, belki birincisi gibi "yarı-entel" ayaklarında değildir, belki komplike hayatı daha da komplike hale getirmez, belki kafasında arada şimşek gibi çakan üç beş alıntıya dayamaz hayatını, belki... ama anlayabilir. sizin gözlerinizdeki morlukları bir de knock-out olmakla arttırmak gibi bir niyetiniz varsa, kaan abiyi, ve hatta zizek'i eş seçimlerinden dolayı garipseyebilirsiniz ve hatta ayıplayabilirsiniz belki. saygılar...

ama bizim morluğumuz da, garipliğimiz de bize yeter ve artardır usta... ve kaan abiye de mutluluklar ömür boyu...

"ama yine de..."

bir gün daha geçti. kimle buluştum. neden. amacım neydi. kimlere gülümsedim, şaklabanlık yaptım. bir gülümsememden iş arkadaşım halimin çok iyi olduğuna karar kıldı. annem ve de eski sevgilim telefonda beni duyar duymaz, sesimin çok iyi geldiğini söylediler. sokakta kime sorsam herşey iyiydi, güzeldi, hava bile bahara çalıyordu. dindarlar iyilik yolunda yatıp kalkıyorlar, bilimciler insanlık yolunda giyiyorlardı beyaz üniformalarını, bloglarında yazanların her cümlesi "sevgili bilmemne" ile başlıyor, salya sümük sözcüklerden samimiyet akıtıyorlardı. okuyamıyorum bu türden olanları artık... midem kalkıyor.

kalktım, televizyonu açtım. uzaktan kumandam yok işte! ondan kalktım, düğmesine bastım diyorum. bir programda dendiğine göre daha geçenlerde fransa'da "le jeu de la mort" (ölüm oyunu) adında bir yarışma düzenliyorlar. "kurallara katiyen uyulacağına" dair bir kontrat imzalanıyor tabii yarışma öncesinde. ve kurallar, soruları bilemeyen diğer yarışmacılara elektrik akımı vermeyi içeriyor. öyle ki gerilim 400 volta kadar çıkarılabiliyor, ve yarışmacılar istemeye istemeye de olsa yanlış bilene "akımı vermekten" geri kalmıyorlar. tabii yarışmacılardan gizlenen verdiklerini sandıkları elektriğin aslında sahte olması ve elektrik verdiklerini sandıkları kişilerin de gerçekte yarışmacı filan olmayıp, acı rolünü çok iyi yapabilen aktörler olmaları... bu aktörler yarışmacılar her şalteri indirdiğinde elektrik verilmiş rolü yapıp, acı acı bağırıyorlar, çığlık atıyorlar. ama fransa'nın sıradan "hümanist" yarışmacılarından 80 tanesinin 60'ı o akımı vermekten hiç çekinmiyor. kontratta imzaladığı, yükümlü olduğu görevi yerine getirmekten imtina etmiyor. ama elektrik akımı vermeye niyet ettiği aktörün bağırışlarından sonra, çok "derin" üzüntülerini yüzlerine yansıtıyor, suçlulukla dolduruyor kendini, üzülmüş gibi yapıyor bile demiyorum, üzülüyor, ağlıyor hatta bazısı "ama yine de" karşısındaki insana 400 volt verecek şalteri indirmekten de geri kalmyor. "ama yine de" 5 kişiden 4'ü tüm bu bağırışlara, çağırışlara rağmen karşısındakine, hemen yanındakine basıyor akımı...

çağın insanının, modern olduğunu iddia edeninden tut; kıskançlığını, ezikliğini modernizme karşı çıkmak adı altında gösteren daha beter versiyonlarına kadar; Subway sandviçleri, süper market peynirleri kadar çeşit çeşit ama aynı kalıptan çıkma olan bu kalabalığın sevinç gözyaşlarına da, üzüntülerine de inanmak mümkün mü? bir litre gözyaşı akıtsanız acı duymuş olmuyorsunuz, bir ton "sevgili" diyince de sevgi dolu olmuyorsunuz. bir ahtapotun milyon tane kolundan birisiniz sadece...

silencio

tiyatroyu çoktan bırakmış ayyaş ve titrek bir oyuncunun yeniden sahneye adım atışındaki yabancılıkla çıkıyorum her sokağa. elime kağıt alsam aynı yadsıma... beğenilmek ya da tersi pek umrumda değil olsa da, yine de yazılanlar boşa gidecek diye korkuyorum. vaktinde cömertlikle söylediğim abartılı sözler dizisi dilimde eriyor; ve aslında bu, gerçekte yar diyip, kıyısına yaklaşmaktan çekinmediğim olası insanların önemsizliğinden değil asla. ama ya sözcükler karşılayamazsa... birkaç senedir bunu yazmak oldu derdim. yazamamayı yazmak. etrafımdaki nesneler iyice ağırlaştılar, etrafımda ve uzağımda en önemsediğim karakterler flulaştılar, kalem ağır geldi. fotoğraf makinem mesela, çok uzun zamandır deklanşörüne basmadım. makinemi hep çantama aldım uzaklara gittiğimde, alışkanlık belki, ya da çekilmeye değer birşey bulunur umudu, ama bir tek fotoğraf bile çekmedim. herhalde kosta rika'dan beri böyle, orada da yanımdakinin hatrına...

neden belgelemekten kaçınmak? neden bir perdeleme güdüsü?

aslında desibeli ne kadar yüksek bağırıyorsam, o denli sessizliklerimi saklıyor oluyorum. bunu kavradığımdan belki...