ölmeyen ve kalbimizde yaşayan insanlık

biz bir gün bir parka gittik. ismi hyde. orada iki çinli ellerine konan kuşlar şeklinde fotolar çekiyorlardı. ben dedim, yahu bu kuşlar nasıl oluyor da size konuyor. bayağa aptalca bir soru, evet. basitçe ellerine aldıkları ekmeklere geliyorlardı kuşlar. zira elini iki tarafa açınca her taraflarına kuşların konması, amma aynı kuşların beni hiç siklememesi hoşa gidecek gibi değildi. kızceğizler bu durum karşısında acıyıp, bize ekmek bile verdiler. açtım kollarımı iki yana, kuşlar gagalarını ve tırnaklarını batıra batıra üstüme saldırdılar, etrafımı sardılar. bizim çekik gözlü arkadaşlar, eh kameranız yok mu sizin diyiverince... pardon, ingilizce direkt çeviri oldu, saçmaladım, fotoğraf makinası kastettiğim. ulan ben dilimi toptan kaybettim. hepsini unutup zazaca öğrenmek istiyorum, dermişim. yok öyle birşey, şaka şaka. işte bu hatunlar fotomakinalarıyla bizi çekmek istediler, eyvallah dedik. sonra email adresimize gönderecekleri vaadinde bulundular. yanımdaki arkadaşa, olum bunlar foto moto göndermez, ne gerek vardı lan çekildik filan dedim. arkadaşım, nasıl süper, hak bilir, kıymet bilir bir arkadaş olduğunu sağiolsun, "olum herkesi kendin gibi mi sanıyorsun, gönderirler bence" diyerek gösterdi. dürüst olmak gerekirse -ki gerekir tabii neden gerekmesin- ben çeksem göndermezdim. ne gerek var. tanımadığım birinin niye fotosunu çekeyim bu 1, sonracığıma bir de üşenmeyip alıp o fotoları neden ona göndereyim 2. kötü bir insanım özümde. ve hatta öze bile inanmayan bir insanım alimallah. herşeyden evvel varoluş geliyor abiler, ablalar, canlar, kardeşler, erenler, koyunu kurda verenler...

neyse, derken aradan 2 koca ay geçti, emaile foto moto gelmedi tabii. (burada geçen "tabii" nin ne kadar sübjektif olduğu gerçeği az sonra zahir olacaktır) arkadaşa hemen hatırlattım, yaaa gördün mü, göndermeyecekler dememiş miydim sana filan gibisinden sitemler ettim. helyum gazı gibi üste çıktım... sonra ne oldu biliyor musunuz? bu hüda var ya, bu mabut, bu. o yok desem, var olur. var desem yok. elmalar armutlar, hatlar ve saatlar birbirine karışır. diyeceğim, işte günleri sayaraktan beklediğim iki ayla birlikte arkadaşıma lafı soktuğumun günün hemen ertesinde çinli hatunlardan "mandy" lakaplı olanı email adreslerimize gerçekten fotoğrafları gönderiverdi! sonra ben mors oldum. arkadaşım da bu olanın anlam ve önemine binaen "demek ki insanlık ölmemiş" dedi. insanlığın çin'de olduğunu duyunca 1 yaşıma daha girdim. hem hafızanızı biraz olsun kontrol etseniz siz de hatırlayacaksınız: susan gelecek, çin'den getirdiği özel çaylar ve portakallarla sizi besleyecek. hazreti l. cohen bunu demişse, bir bildiği var tabii. (burdaki tabii ise tamamen objektif.)

yok arkadaş, mesiyaniklik, ona buna peygamberlik atfedişler bitti bende. kimse gelip sizi kurtarmayacak, portakalla filan da beslemeyecek. sadece ülkenizi işgal edip fotoğraf çekecekler. siz de pişmiş kelle gibi sırıtıp "xie xie yani şii şii" diyip duracaksınız. böylesine muhteşem bir gelecek bekliyor büyük insanlığı.

ilk yazı

konusu ne olursa olsun ilk kompozisyonumuza hepimiz aynı cümleyle başladık. "insanlar doğar, büyür ve ölür" sonra hepimiz aynı ucuz klişenin kurbanları olduğumuzu öğrendiğimizde, burnumuzu büyütüp, bu cümleyi kullanan herkesle alay ettik, onlara acıdık... halbuki bu cümleyi ilk duyduğumuzda aptallaştırıcı bir hayranlık duymuştuk ona. doğmuştuk, ve daha yeni büyüyorduk, ivmesi pek pozitif bir hızla, farkında olmadan, aceleyle büyüyorduk. bu cümleyi önce sevdik, sonra ölümüne nefret ettik.

klişeydi, bize sorulan atasözleriyle, toplumun sorunlarıyla, anadilimizin önemiyle, öğretmen sevgimizle, doğayı korumakla... ne alakası vardı allaşkına bu cümlenin? doğmuştuk, büyüyorduk ve ölecektik. ağacın da aslında aynı babaannemiz gibi bir canlı olduğunu öğrenmek türünden bir hayat bilgisiydi bu. üç paragraflık kompozisyonlarımızın en başında, üç kuruşluk yazılarımızın... bir kuruşun altın değerinde olmadığını bilmediğimiz günlerdi.

halbuki fransa diye bir yer vardı. birinci dünya savaşında çarpışanlar, alsas-lorenler, sonra sarışın, soğuk ama yine de bir o kadar çekici alman ajanları, ve görevine ölümüne bağlı ruslar. koca avrupa'nın umudunu bağladığı görevine bağlı milyonlarca ölü. ne haberimiz vardı bunlardan. olsun. radyoların cazibesinin bittiği zamanlardı. cilt cilt ansiklopedi biriktirdiğimiz, edison'un sağır oluşuna, aynştayn'ın ilkokuldaki üstün gerizekalılığına şaşırdığımız günlerdi. takdir ediyorduk ki doğmuştuk ve şükür ki büyüyorduk durmazcasına.

evet fransa vardı. en çok da tütünüyle... ve inanılmaz dudaklarıyla, trenleriyle hızlı akıp gidiyordu. kavuşmayı imkansız kılacak kadar hızlı...

yorgunduk ama büyümek güzeldi. bu yolda düşüp de ölenler oldu elbet. olsun.

büyülenmenin bittiği zaman insanlar ölecekti bizle birlikte. böyle bir sonuç cümlesini üç paragraflık kompozisyonumuza da iliştirdik mi...artık ne bir gazete küpürü, ne radyo haberleri, ne fransa, ne evrenin en zencilerinin hiç bitmeyen haklı savaşı, ne en berbat sefillik, ne de anne frank'ın günlükleri... artık hiçbir şey.

insanlar ölür, ölür ve ölür. büyüleyici olan bu değilse eğer, başka da bir şey yoktur zaten.