Oyunun dışında bir yerde...

Geçen bir dostumla konuşuyorum. Yakın çevresinde oturup "kamusal akıl" (public use of reason) işletecek insan olmadığından dem vuruyor, şöyle "akıllı" insanlarla biraraya gelemiyorum, iş hayatı bu insanları bulmama izin vermiyor diye şikayetleniyor. Üniversitedeki birlikte hiçbir çıkarsal bağa tenezzül etmediğimiz ortamlarımızı özlediğini söylüyor.

Bugün Freud'un biyografisini okurken, şöyle bir cümleyle karşılaşıyorum:

"Sigmund'un ihtiyaçlarının son derece alçakgönüllü olduğu doğrudur. Okumak için huzur ve sessizliğin, kendisiyle aynı kafadaki arkadaşlarının eşliğinin ve kitaplarının dışında istediği çok az şey vardı."

Gerçekten de dünya üzerindeki olası bir cennet için gereksindiklerim Sigmund'unkinden pek de farklı olmazdı herhalde. Arkadaşımın özlemini çektiği de "aynı kafaki arkadaşların eşliği" oluyor, yukarıdaki alıntıdan yola çıkarsak.

Burada arada özlemi çekilen, işte simgesel dünyanın üzerimize giydirdiği kıyafetlerin, sembollerin, ünvanların dışında bir perspektifle paylaşımda bulunabilecek yoldaşlar... Gündelik-politik kurgular da elbet bahsettiğim simgesel düzenin bir parçası. Buradan asla "politik oyunlardan bahsedilmesin" demiyoruz; ama bunun dışına çıkan bir merak duygusuyla o kurguya -eğer temas edilmesi gerekiyorsa- temas edilsin, diyoruz.

Buna benzer türlü türlü cümleyi dün Saffet Tura'nın Şeyh ve Arzu'sunun son bölümünde pozitivizmden ve dinsel vahycilikten kopan bir aşkınlık arayışı olarak tabir edildiğini okudum. Talihliyim! Bu ve benzer cümleleri görmem kafa yalnızlığımı silkelemeye yetti bile. İnternet de ıssız adacıkları birleştirme imkanı vererek büyük olanaklar sağlıyor aslında. Çöplük içinde gezerken besinin kokusunu alıp, dikkati dağıtmadan, hedefine yönelen becerikli bir kedi olmanız gerekiyor bunun için tabii.

Tütünün entelekte faydaları

Almanya'dan ayrılırken sevgili Alman iş arkadaşlarımın bana reva gördükleri hediye elinde puro tutan bir Freud oyuncağı ve bununla birlikte Dominik Cumhuriyeti'nde üretilmiş el yapımı siyah ve kalın bir puro oldu. Bu ikincisiyle nasıl da bilerek ya da bilmeyerek bir fallik şaibeye layık gördüler beni, sağolsunlar.

Bilindiği üzere Sigmund Freud puro sevdası yüzünden son yıllarında gırtlak kanserine yakalanıp, pek acı çekti. Tütünden acı çeken başka bir düşünür Deleuze yine aynı illetten konuşma yetisini bile kaybetti, öyle ki kendini "oksijen tüpüne zincirlenmiş bir köpek gibi" tasvir etmek durumunda kaldı.

Tütünü düşünürlere yakıştırmayan bir Schopenhauer anımsıyorum. Tütün, düşünmemek için bir bahaneydi diyordu bir yazısında kendisi. Öyle ki "pür" ve kesintisiz düşünemeyenler arada tütün içerek geçiştiriyorlardı bu tefekkür fukaralıklarını... Kısaca yine bildiğimiz klasik Schopenhauervari "Allah belanızı versin lan" kızgınlıklarından biri, bu kez puroculara, pipoculara ve sigara tüttürenlere yöneltiliyordu. Tamam biliyorum sevgili çok bilmiş aziz smartass kardeşim, o zamanlar sigara filan yoktu diye itiraz edeceksin ama ben "retrospekt" konuşuyorum, yazıyorum, capito?

Neyse efenim, ben bu noktada Schopenhauer'a pek katılamıyorum: Bir kez siz puronuzu içinize çektiğinizde bıraktığınız duman oldukça düşündürücüdür, düşünceyi itici gücü vardır kanısındayım. Akışkan mekaniği denen zımbırtıdan zihninize öyle süslü bir kolye çeker ki, o dumanın güzergahını izlediğinizde mest olursunuz. Böylelikle o minnacık çekip üfleme seansı elinizde tuttuğunuz kitabınıza daha da sıkıca sarılmanıza pekala vesile olabilir.

Sonra eğer ki loş bir ortamda yakmışsanız o puroyu, çakmakla kibritle vesaireyle ateşlemenizle birlikte zuhur eden anlık kıvılcım ve sönüm, içinizde gayet "varoluşsal" bir parıldaklık, acaiplik yaratır. Bana inanmıyorsanız, David Lynch ustanın "Wild at Heart"ındaki sahnelere daha bir dikkat edin. Daha bir dikkat edin. Daha bir dikkat.