bir an için

aniden karar verip uyguladığımız o anlar, evde beklettiğimiz ve birdenbire gidip açmaya yeltendiğimiz şaraplara benzer. elimizde bir adet tirbuşon var olmalıdır böyle zamanlarda. yine de hazırlıksız yakalandığımız zamanlarda farklı yollara başvurabiliriz. örneğin ilk akla gelen yakında bir komşunun evine tıklamaktır. bunun için de bir) komşunuzun sofu olmaması gerekir. iki) vaktin çok geç olmaması da pek iyi olur. türk aileleri pek modern görüntüler altında bile gece geç kapı çalan insandan pek hoşlanmayabilirler. somurtuk suratlarla baştan şarabınızın keyfini kaçırmayın canım! başka bir yolunuz daha var: alın elinize ne geldiyse artık tornavida mı, bıçak mı, çatal mı - dalın mantara. zaten anlık istekler genelde karşıkonulamaz tutkulara denk gelir - ondan elinizden o mantar kurtulamaz.

yine de tutkunuzu "biraz olsun" dizginlemeyi bilmelisiniz. bir) sabırsızlıkla beklediğiniz güzelim şarabın kazağınızda harcanmasını pek istemezsiniz. iki) halınızda şarap lekeleri olmasın lütfen. üç) şişeye kaçırdığınız her mantar pıtırcığı alacağınız lezzeti zehir edebilir, her yudumunuzda ikide bir etrafa onlardan pıtır pıtır tükürmek durumunda kalabilirsiniz.

diyelim ki tüm bu aşamalardan başarıyla geçmeyi başardınız. artık yalnızlığınıza şarabınızı katıklayabilirsiniz. geçmişten garip anılar gelmesini istediniz. bırakın bu nostaljik cakaları. ama yine de size bir leonard cohen şarkısı öneririz, diyelim "famous blue raincoat". klasiktir, hüzünlüdür, sakindir ama güzeldir - aynı elinizdeki kadeh gibi. yaşanılan anlar bir bir teypten geri sarılır.

devamını çok da bilemezsiniz. dedim ya aniden karar verip de uygulamaya koyulduğumuz o heyecanlı anların bir sonrasını kimse bilemez. ama akışın parçasıyızdır. ırmakla hısım oluruz, taşarız - döküldüğümüz yer neresidir, bizi nerelere götürür tüm bunlar, hiç kimse bilemez. ama unutmayın, sizin eyleme geçtiğiniz o anları "bilgi" zehirler, öldürür. orada bilgi hariç herşey vardır, neşe, heyecan, hüzün, geçmişin boşluğu, geleceğin arzusu, korku ve bilumum herşey. ama hayat felsefesi yoktur. bilgiden epistemolojiden ya da ne bileyim iktidardan ve muhalefetten eser bulunmaz. en zevkli kısım da burdadır. an'ın açtığı geçmişten bağımsız bir sürü kapıdan birini seçmiş, eşiğe gelmiş ve kapıyı tıklatmışsınızdır. üzülmeyin orada kafka'dan bir zerre olsun, yoktur. okuduğunuz onca zırvadan bir zerre bile bulamazsınız. kelimeler bile anlamsız tirbuşonlardır, batırır, yuvarlar ve çekersinizdir. kurbanınızdan kırmızı kanlar fışkırabilir, ya da içtiğiniz sigarayı karşınızdaki kadına bir nefeslik uzattığınızda ve geri aldığınızda sigara izmaritinde kırmızı dudak parçacıkları bulabilirsiniz.

şaşırmayın. doğanın kuralları diye birşey yok diye kendinize psikanalitik sapkınlık teşhisleri koymayın. inanmayın hiç kimseye. siz bu şarabı açacağım derken kimseden feyz almadınız. unutmayın her devrim sizin kendi elceğizlerinin eseridir, hayatınızın en fazla okunacak sayfalarında dolanıyorsunuz. ama siz iyisi mi bunun da farkında olmayın. şuursuzluğunuzun keyfini çıkarın. saçmalayın, sabaha kadar, aksırana tıksırana kadar saçmalayın. o sırada yazdığınız şiiri, varsın kimse okumasın. torunlarınıza miras bırakma derdiniz olmasın, ne çıkar. başkaları alkışlamış yuhalamış kınamış övmüş, ne çıkar bundan. söyleyeyim: örneğin aşk çıkmaz, balık çıkmaz, ağaç çıkmaz, dağ çıkmaz, hızır çıkmaz. madem bir işe girişmişsiniz, ırmağın akışına yaraşır bir asaletle yapın bunu. kulağınızı tıkayın, gözlerinizi kapayın, tüm duyularınızı bastırın ama sadece olmakta olana eklemleyin kendinizi. orada yıldız yok, sevgili yok, ve hatta sait faik bile yoktur.

birileri yazmıştır elbet benzerini. sizin gibi nice şarkılar sığdırmıştır doğa kendi tarihine. birileri arkanızdan budalalığınızın dedikodusunu yapacaktır. kaybeden olacaksınızdır belki onun literatüründe. belli mi olur tarih kitaplarında isminizden şanla şöhretle zaferle de söz edebilirler.

boşverin, boşverin, boşverin: seçtiğiniz anın sonsuzluğu hepsini yok edecek. sizse dilinizde kalan bir damla esriklikte esir olacaksınız. gönüllü bir teslimiyet ya bu, tadını çıkarın.

El falı

Ellerimi sokağa abanıyorum - karşıma üç beş insan çıkıyor. Bir hüzün var içlerinde, bunu görüyorum. Dillerindeki şarkıcı isimlerinden anlıyorum bunları, ya da Sartre'ın Bulantı'sından şiirler çıkarma girişimlerinden. Herşey hoş oysa ve hafif. Ama ellerimiz tüm gülümsemelerimizi kapatıyor.

Harika bir toplantıdan bahsediyorum. Harika konulardan konuşuyoruz, bir kez sustuk mu, birbirimize bakıyoruz, ne diye burdayız, ne diye günlük hayatın formal saçmalıklarını anlatıp duruyoruz. Biz konuşmadan birbirimizi sevemiyor muyuz? Diyelim partiler olmadan, zor bulunan bira markaları olmadan kutlayamaz mıyız baharı. Bu sessizlikten ürpermekten çekinmeden, sağır ve kör koşuşturmadan, ayinler düzenleyemez miyiz. Kim alıyor elimizden en sevdiğimizle konuşmayı. Telefon dalgaları, hiç anlamadığım laboratuvar artıkları, son model arabalar mı?

Bu arabalar beni nereye koşturabilir. Dünyada tek bir noktada, tek bir çığlığı paylaşmak için beklerken. Hangi yollar sen'i bana getirebilir. Ya da hangi otobüs molasında şerefine çay içebiliriz. Otobüsünüz birazdan kalkıyor, lütfen yerlerinize sayın yolcular. Kalkıyor ama siz hala ordasınız. Çok uzakta. Çok uzakta ve avuç içlerimiz kadar yakın.