Shitty Christmas

Üstad der ya hani “Düşün, uzay çağında bir ayağımız, ham çarık, kıl çorapta olsa da biri'' diye; ben o ilk ayak hakkında pek iyimser olamıyorum doğrusu. Ay’ı tapulayacak kadar aptal ve tiksindirici zamanlardayız. Tamam, uzay araştırmaları yapan bilimsel kurumlar kurup, bu işe milyon dolarlar yatırıp, “demokratik” ülkeler arasında sidik yarıştırıyoruz, hatta uzaya maymunlar bile gönderiyoruz. Mükemmel! Ama Mars’ta canlı avına çıkan büyük uzay çağımızda, hala volkan külleri yüzünden veyahut bir günlük kar yüzünden uçakları kaldıramamak ne acaip, değil mi?!

Evet sayın seyirciler, uzay çağında olan ayağımız beni memlekete bir günlük kar sebebiyle tekmelemeyi başaramadı.

Oysa üstüne titrediğim, geberdiğim prensesimle kucaklaşmak, atlıkarıncaya binmek, Frida Kahlo’nun bıyıklı resimlerine dantel bakışlar atmak, Bandista dinleyip bira köpüklerine gelmek benim de hakkımdı. Onun yerine ne oldu peki? Şöyle: Dünkü kardan beri “n’olur lan iptal olmasın uçak”, “bu kar bu gece dursun” diye içimden diledim; sabah kalktım bilmem kaç kez havayollarına telefon ettim, uçağın bir saat rötarlı da olsa kalkacağı haberleriyle umutlandım. Sabah “buzlanma” nedeniyle güzide şehrimizin hızlı mı hızlı tramvayları da çalışmaz haldeydi; nasıl havaalanına gideceğim diye kara kara düşünürken, orada “taksi tutmakta olduğunu gördüğüm üç beş insanın ortasına atladım”, cebimde bozuk para yoktu. Tren istasyonunda iner inmez elimdeki yetmiş senti sıyahi kızcağızın eline tutuşturup, “abla valla bozuk bu kadar” diyerek ve utanarak valizleri sürükleye sürükleye koşar adımlarla istasyon yol aldım. Evet sayın seyirciler, tam ilk trene bindim ki, bir Almanca anons başladı, en sonunda bu anonsun “havaalanına gidemiyoruz, bir sonrakine binin” mealinde olduğunu idrak edebildim. Siz bir dili hiç konuşamadan onu anlamak zorunda kalmanın ne olduğu bilir misiniz sayın seyirciler?

İnsan zorda kalırsa, götü sıkışırsa herşeyi anlar.

Neyse, bu şanssızlık üstüne, havaalanına geldiğimde, gişedeki hanfendinin bana “uçuşlar iptal” demesi... Koydu mu bilmiyorum? Önce söylendim tabii, nasıl iptal, ben bugün İstanbul’a gitmek zorundayım, öyle şey olmaz derken, direkt “bilet ofisine” yollandım. Baktm ki benim homurdanmam, şanlı milletimin bağrış, çağrış, zırlayış ve ağlayışları karşısında bir hiç’miş. Ondan sonra da sus pus olup, Türk hava yolları sayın yetkilileri ve vatandaşlarımız arasında geçen heyecanlı konuşmaları dinlemeyi tercih ettim. Şaşkındım, şoktaydım, öylece kalakaldım. Neyse sonunda yatışan milletimiz, bilet değiştirmek için bir kuyruk mücadelesine girişti. Övünerek söylüyorum, ben bir saat sessiz sessiz dururken, onlarca insan arasından üçincü sıraya sinsice girmeyi başardım. Hehehe.

Bu başarı yine de bir kırkbeş dakika kuyrukta beklememe, yandan gelen siyahi bir abiyle sıramı vermeme mücadelesine engel olmadı. Milletin öfkesine rağmen çaldığı ıslıkla kendi keyfinden ödün vermeyen bilet gişesindeki kardeşimizin bana ilk sorusu “Türk müsün?” oldu. Cevaplaması ne kadar da zor... Hayır ben bir komünistim, demeyi çok isterdim sayın seyirciler. Fakat “Evet, niye benzetemedin mi?” diye bir soruyla kaşılık verebildim sadece. O da “yok valla hiç belli olmuyor” diyiverdi. Sanırım belki sessizliğim, belki de şok olmaktan kaynaklı Avrupai donukluğum, belki uzun saçlarım, kim bilir neden? Her ne ise Türk oğluna benzenmemiş olmayı çok da yadırgamadım. Ne bok olduğumu bir bilebilsem!

Sonrasında kar yüzünden tramvayların durmasından sebep uzun uzun dona dona valizlerim eşliğinde yürümemi, geldikten sonra buzdolabımın iflas edişinin içindeki tereyağın erimesiyle farkına varışımı anlatmaya gerek duymayacağım. Zira bu ara lanetler üzerimde dolaşıyor, uzay çağında olsa da bir ayağımız.

Bana kalırsa, bu uzay çağı, bu aslında asla tahmin edemeyeceğimiz bir sürü şeyin her zaman olma ihtimali ile dolmuş, kudurmuş beynimizi sinirbilim filan düzeltemez beyler, bayanlar. Ne kadar i-phone, ne kadar email, ne kadar pornogrofik tumblr imajı, ne kadar uyduruk Adnan ve Cüppeli Ahmet hoca videosu, ne kadar oyuncak, ne kadar GPS, ne kadar cep telefonu olursa o kadar sakatlanıyoruz işte. O koca tüketim dünyasının içine zerkettikleriyle, artık dış dünyadaki olasılıkları içsel dünyamızda hesaplamak, tahmin etmekten yoruluyor beynimiz, kafayı yiyor. Aburcubur, stresli, anksiyete dolu, korkak mahlukatlara her geçen gün daha da çok benziyoruz işte.

Kararım kesin: Yakında öyle sağlam oturacağım ki yerime, kimse beni uçuramayacak...

İşte böyle boktan bir Noel, Christmas, Weihnacht gecesi bu şehirde yalnız ve tutsak kaldım. Acıların çocuğu olarak koca karda bir tek kendi ayak izlerimi gördüm. Bilir misiniz, Noel sizin reklamlarda gördüğünüz mutlu aile – arkadaş resimlerinden çok başka birşeydir birçoğumuz için: Telefoncu ve internetçideki Hintli, Çinlidir; aynı kafede o akşam da karşılaşınca yalnızlıklarından utanıp birbirini görmezden gelen iki tanıdıktır Noel; karda kışta bir kamyonette hotdog satmaya çalışan Ortadoğuludur; havaalanında gece Mc.Donalds’ta hamburger siparişleri alan kolu dövmeli esmer kızdır; o gece sizin bulaşıklarınızı yıkayan, sizin çöplerinizden işine yarar birşey bulmaya çalışan Afrikalıdır; gece boyu taksi çalıştıran Türklük bilinciyle kuşanmış Lazdır. Noel o bildiğiniz beyaz Avrupalı’dan çok başka bir şey olmuştur artık.

Velhasılıkelam, bu yalnız ve karlı Noel gecesinde tek söyleyebileceğim şu: O kopardığınız, sonra süslediğiniz çam ağaçlarınız bir yerlerinize girsin de çıkmasın.

çağımızın anlam ve önemi

herşey başdöndürücü bir hızla. geri alıyorum. başlar bile dönmüyor. başımı elime alıyorum. başım ağrıyor.

herşey tanımlanamayacak durumda. uzaktan bir rüzgar silkeliyor. tanrılar birbiriyle acımasız rekabette. tüm tercihler ayrık ve bireye özgü ama bir türlü karar alınamıyor. bir türlü ayakta durulamıyor. başlar mı dönüyor yoksa ölüler mi sarmış ortalığı?

hep gülümsüyor kalabalık. sırıtıyor yan taraftaki kadın, okşuyor elleriyle yanıbaşını, şefkatli vücudunu karşılıksız teslim ediyor kalabalığa. ana sokaklar mağazalarla aydınlık, gecenin ikisinde bile duble espresso içilecek bir uykuya yatmış şehir, ara sokaklarda ağır ot kokusu, ağır içki ve kusmuk rengi. bilgisayarlar heryerde. bilgisayarsız biri özürlünün daniskası bikere.

anlamıyorum. bu olanları anlamıyorum. bir sene önceki, hatta üç ay önceki hallerin böyle farkındalığı. aklım başıma mı gelmiyor. aklım neden başımda olmalı. neden bu dünyanın benim yüzüme, mimiklerime, kıvrımlarıma diktiği sınırlarda kalmalı. sınırdan bir kez çıkan geri dönemez. bir uzay boşluğuna sığdırılmış koskoca bir varlık var. anlattıkça ufalan anlamın kuşattığı. bizler.

herşeyin hızı dediğimiz esasında bir tür ayakkabıdır. çoraplarınız olsa da olmasa da, başparmağınıza güvenmeli, serçe parmağınızı sempatikleştirmeli, koksa da koskmasa da o ayağı ona uydurmalısınız. görev insanı böyledir. her anda her koşulda kendini o duruma uyarlar. dünyanın döngüsüne gönülden yardım eden, her daim işe yarayan, sonsuz bir bağışçıdır o. takdir edilir, gıptayla bakılır. özellikle ayaklarından bahsedenler, onu kıskananlar pek çoktur. bunlar da olmasa nolurdu halimiz. bitmiştik. yani kafamızı altına sokacak bir çatıyı geçtim bir kere, ekmek bile bulabilir miydik sanki. aç kalırdık. susuzluktan büzüşürdük, osmoza tabii olurduk kesin. biz onlara özellikle de ayaklarına çok şeyler borçluyuz. napsak netsek ödeyemeyiz.

tüm dünyaya bir de yukardan bakmayı deneyin ey ahali. ne kadar da çiplere benziyoruz, su katılmamış devreler gibiyiz. baktıkça kafam karışıyor, şaşakalıyorum, kimin kondansatörü kimin endüktansının cebinde? anlamak namümkün. söyleyin, haksız mıyım?