Memur musun bilimci mi?


Ülkeye gelmeye daha bir yaklaşmışken, birkaç okula attığım emailler ve -şanslıysam- aldığım cevaplar bana cidden kararımı yeniden düşündürüyor. Şanslıysam diyorum, çünkü tenezzül etmeyen çok hortlak var etrafta. Bakıyorum bu ülkenin dilinden, mentalitesinden giderek uzaklaşıyorum. Tayyip reis haklı, giderek Fransızlaşıyorum galiba.

Geçen rektörlerimizden birinin odasına girince, aldığım Abdullah Gül ve Mustafa Kemal portreli bürokratik hava çok şahaneydi mesela. Neden hiyerarşinin tepesinden tırnağına herkes bir memur havasıyla konuşuyor, bunu biliyorum gerçi, zaten biliyordum ama kabullenemiyorum işte... eğer gerçekten temelli dönersem nasıl bu olguyla başedeceğimi, bu gücü nasıl bulacağımı şimdilik hiç bilmiyorum. Öyle saçma email, soru-cevap döngüleri yaşadım ki -burada profosyonel sebeplerden dolayı yazamıyorum- insanı çileden çıkarmaya yetiyor.

Birkaç ay önce özel bir üniversitede seminer verdim ardından -sanki gireceğim kesinmiş gibi- belgeler getirmem istendi. Anlatmaya çalıştım: "İyi de ücretim ne olacak? Olanaklar ne olacak? Kaç ders vereceğim?" Bu sorulara net cevaplar dahi verilmedi. Ücreti sorduğum bölüm başkanı, "vallahi ben kendi ücretimi bile bilmiyorum" diye cevap verip, sırıttı. Hay Allah! Yani kendinin bile bilmediği bir ücret mi alacaksın demek istedi, anlamadım. Kafkaesk arabesk fantezinin doruğu böyle bir şey olsa gerek! Sonra bana bir araba gönderildi ve acele dekanla 5 dakikaklığına görüşebilmem için şöför tam gaz araba sürdü. Çok meşguller hazretleri. Ulan sanırsın Natalie Portman'la görüşüyorum.

Anladım ki göbekli, arkasında kılları beyazlamış bir profosöre ya da doçente attığın emaile karşılık düzgün, sorularına yönelik bir cevap almak bile deveye hendek atlatmaktan daha zormuş. Zira Türklüğün sözlü geleneği şanlı Türk akademisinin de kanına işlemiş olacak, illa bir çaylı kahveli ortam olacak ki, adam seninle haberleşsin. Şaibesiz pozisyon açan okul da zor - yani illa bir ilişkiler zinciri olacak, illa bu bürokratlar birbirlerini kollayacak. İlla sen de bunun bir parçası olacaksın. Gel de illet olma.

Ortaya çıkan şey de bilim'den başka her halt oluyor bu durumda. Bu zatların önemli bir kısmının son 5 yıldır yaptıkları kaydadeğer bilimsel çalışma olmuyor, ama aynı zatların önemli bir kısmını Türk medyasından şu ya da bu konu ile ilgili nutuk atarken görebilirsiniz. Ayrıntılar için bkz: Cahil cesareti sendromu.

Kısaca çok can sıkıyorlar ve ülkemde yaşamak istememe rağmen canımı bu zibidiler yüzünden sıkacağıma - yabancılığıma başka bir coğrafyada devam ederim diyorum şimdilik... Hiç değilse kendi konumda istediğimi şeyleri (computational neuroscience) adam gibi çalışırım.

sonluluk ve bir nisan

Üç günlük dünya kendimize bir ittifak aramakla geçiyor. İçimizdeki hayvan doymak bilmiyor. Başımızı koyduğumuz yastıktan tutun bir dostun sıcak bir merhabasının değerini bilemiyoruz. Herşeye yukarıdan... bakınca gök üstümüze çullanıyor. Okusam ne olur, çalsam ne olur, yapsam ne olur?... sesleri revaçta. Nasıl bir ataletse, herhalde bahara karşı renksiz bir tepki. Baharın canlılığıyla yarışmayı en baştan bırakıyoruz. Hükmen mağlubuz yani.

O ittifaklar elde edilmedi. Asırlar geçse de elde edilmezdi. Yalnızlığa mahkum edildik, ve gelmesi gereken sözcükler doğru zamanda dile uğramadı: Sonsuz bir ev hapsi. Evimizde tıkalı kaldık.

Yeri geldi, evimizi inkar ettik, sokağa çıktık, sokağa bakıp kendimizi görecektik. Ayna tutsun bize dedik ya o ne kibir öyle! Sen kimsin de ayna istiyorsun, bir şahdamarlık canın var, ne havalar böyle!

Etrafta sarışın bir hava kokuyor, gözlerimiz hapsoluyor bu kez, ama o sarışın hava heryerde aynı klişe dar paça kısa pantolon bir boruyu üflüyor. Sonra kendi esmerliğimize dalamadan hibrid bir dünyaya kendi ellerimizle mağlup. Doğal bu, bahar kadar doğal. İnsan herşeyden vazgeçer, hayvanlığından asla!

Matematik sayın insanlar. Çok kullanışlı bir dil. Uğraşıyorsun, ıkınıyorsun, tıkınıyorsun, formülleri uygulayınca da gerçeklikle bağdaşmıyor mu, çılgına dönüyorsun. Belki varımdır, belki herşey var, belki herşeyin bir dili var ve çözdüm ve tuttu ve becerdim.

Tüm bunlar yine de bir becerilme duygusunu kendinden uzak tutmaya yetmiyor. Tüm rakamlar denkleşiyor denkleşmesine de. Herkes bin kez yabancı. Heryer bin kez yalancı bir mahpusluk. Olmaktan çıkmıyor.

Who the fuck am I?

Ben, metalar dünyasında yer edinebilmek için kendi markasını oluşturmak zorunda. Yaptığı herhangi bir şeyin temel motivasyonu "başkasının gözü" ile alakalı : Buradan bakınca ünlü biri olmanın cazipliği ortada. Ünlü olmak demek yoğun bakılmakla eşdeğer çünkü. Bu yüzden yalnız.

Kendi dünyasında -artık küçük bir azınlık olarak kalmış- neşeli yalnızları anlayamıyor yine bu yüzden: Onları zavallı asosyal kaybedenler olarak belliyor. Bilmiyor ki, kimsenin görüş menzilinde olmamak birçok zaman özgür olabilmenin ta kendisi demek. Bilmiyor ki, başkasının gözünden ötede olmak, gerçekten nefes alabilmek demek. Çünkü o, metalar dünyasının bir parçası olarak hayatını başkalarının onaylarıyla kurmuş. Basit bir aritmetiğe dayandırıyor bunu da: Seni onayan insanlar ne kadar değerliyse, sen de onların gözüne görünerek daha da değer kazanıyorsun. Aynı bugünün bilimsel dergilerinin değerlerini içlerindeki makalelerin aldığı referans sayılarıyla kazanması gibi (impact factor), günümüz insanı da bu ile değer kazanıyor. Eylemi böyle motive etmek de doğal olarak (özgün) düşünmeyi, (otantik) eylemeyi olanaksız kılıyor: Kısa sürede nasıl skor yaparıma dönüşüyor herşey.

Skor yapmak bu anlamda gayet fantastik bir eylem. Çünkü fantazi dediğimiz şey zaten öznenin sürekli bir Bakış altında yaşamasından başka da birşey değil. Sözgelimi şu eylemi yaparken şu kişilerin gözünde nasıl bir değeri olur sorusuna bağlı olarak o eylemin yapılması basbaya fantastik.

Fantazinin cisimlendiği, kristalleştiği yere uygun bir örnek sosyal ağlara konan "fotoğraf"lar olabilir mesela... Fotoğraf fantaziyi sağlama almaktır. Bir hayalet gibi dönüp durarak kafayı felce uğratanı inanılır kılmanın yoludur, o dayanılmaz hiçliği belgelemektir, böylelikle yapılanı dondurmak ve seyirciye sunmaktan ibarettir.

Seyirciden alkış almadan yaptığımdan emin olamam. Hiçbir şeyden emin olamam. Örneğin "dövme" de kişinin kendine inanamamasının sonucunda bulduğu ve vücuduna uyguladığı fantastik bir çözüm değil mi? Öyle ki, eğer yaratıklar olmasa kendimize inanamayacağız. Bilimkurgu dahi belki kendimizi kendi kurgumuza inandırmak için var. Beynin içindeki bakışa yönelik üretilmiş bir sürü çöplük bir şekilde anlamlandırılmak, meta üretiminden hemen sonra değerini kazanmak zorunda. Hepimizin bir hikayeye acil ihtiyacı var!

Bu durumda içsel yaşantının hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Bu durumda bize liberaller tarafından "bireysellik" diye yutturulan şey başkaları ve özellikle de "güçlü" başkalarından beslenmeye dayalı vampirlikle eşdeğerdir. Özne olmak, tanımı gereği minimum bir içselliği koşulluyorsa - yaşadığımız sadece Tanrı'nın ölümünden ziyade asıl özne'nin ölümüdür denebilir. Tanrı ne zaman canlıydı ki, şimdi ölsün?

Dogmanın gıcıklığı

Freud, Haz ilkesinin Ötesinde adlı, Freud'un kendisiyle hasbıhal olmayan birinin anlaması pek de kolay olmayan ,belki de okunduğunda anlaşılması en zor metninin sonlarına doğru
Şu sayfalarda öne sürdüğüm hipotezlere doğruluğundan kendimin ne derece ikna olduğu sorusu yöneltilebilir. Cevabım ikna olmadığım olurdu, ne de başka insanları bu dediklerime inandırmak derdindeyim. Daha doğrusu, dediklerime kendimin ne kadar inandığını bilmiyorum.
diyor.

Herşeyi bilmek, herşeyin teorisi (toe: theory of everything), tüm bu dünyanın nerden geldiğinden, neden sorusuna "kesin" cevaplar aramak gibi bir güdü var bazılarımızda. Cevaplar aramak takdir edilecek şey, keyif de sürebilirsiniz, bu cevapların peşine de düşebilirsiniz. Ama benim takıldığım, sinirlerimi zıplatan cevap aramakta değil elbet, ama kesin, mutlak, katı, eğilip bükülemeyen, somut hayatla hiç ilgisi olmayan cevaplardan bahsediyorum. Siz hiç "somut durumun somut analizi" diyerek Lenin'i alıntılarken bile somutlukla alakası olmayan, somut dünyayla uzaktan yakından ilgisi olmayan şeyler zırvalayan, bunu inatla iddia eden dogmatiklerle karşılaştınız mı? Böyle durumlarda bir Woody Allen filminde -Annie Hall- olduğu gibi gidip Lenin'in kendisini zaman makinasıyla geri getirmek ve bu dogmatikle konuşturmak istiyorum. Ama şundan eminim: Lenin buraya gelseydi ve "saçmalıyorsun sen ulan" deseydi bile, dogmatiğin ilk şiddet uygulayacağı kişi Lenin'in ta kendisi olurdu. Karamazof Kardeşler'de Ivan'ın kardeşi Alyoşa'ya anlattığı Büyük Engizisyoncu hikayesiyle bir çağrışım yaptı mı bu dediklerim?

Öyle ki her haltı bilmesem, yaşamıma nasıl anlam katarım ve hatta nasıl yaşamaya devam ederim diyenlerimiz var. Bunlar büyük ihtimalle cevaplarını bir "kutsal" kitaptan alıyorlar, sonra da üstümüze tüm fantazilerini kusmaya başlıyorlar. Hele ki bu fantaziye dünyanın önemli bir kısmı da kendini kaptırmışsa, bu gücü daha güzel buluyorlar. Ama kutsal kitaplar İbrahimi dinlerle sınırlı değil tabii... Çok rastgelmişsinizdir X-izm adında "yaşam kılavuzu", dünyayı değerlendirme kılavuzu diyip rahatlayanları... Bir kılavuz olmazsa biteceğiz resmen. İnsanların önemli bir kısmı bir bütüne inanmak, yaşamını onun doğrultusunda hareket ettirmek zorunluluğu duyuyor. Hayatını ancak böyle idame ettiriyor, bununla da kalmayıp o inanç ve ideoloji sistemlerini aktarmak, cihat etmek ve örgütlemek istiyor. Problem elbet örgütlenmek isteğinde değil, örgütlemek istedikleri şeyin ta kendisinde, dogmada. Kendisinin bile ne anlama geldiğini bilmediği birşeye "gerçekten" inanıp, bunu başkasına da inandırmak ve bazı durumlarda empoze etmek niyetinde.

Ey inananlar, gerçekten inananlardan korkun! Çok mu sinik oldu?

Bunun dışında bir alternatif var mı? Bir bütüne sırf "bütün" olduğu için inanıp, yolumuza onu kılavuz alıp devam etmek hastalıklı bir durum. Çoğumuz hastayız. Bakın bizlerin nasıl ve nereden geldiğine dair, nereye gideceğine dair, herşeye dair epistemolojik uzayda sonsuz ve tutarlı mutlak dünya görüşü öne sürebiliriz. Ama sorun sırf rahatlamak için bunu yapmaya ne denli hakkımız olduğu. Birşeye "kesin" inanmak gibi bir ihtiyacın varsa, bari başkasını zehirleme diyesim de geliyor.

Bu evrende sırf önümüzdekinin ta kendisini anlamak, onunla uğraşmak, kafa yormak ve düşünceyi, kanıyı, eylemi tam da buna göre şekillendirmek ızdırablı birşey tabii. Izdırablı olduğu kadar da "düşük ego"lu birşey, kendini bilmekle, kendini büyük görmemekle ilgili de birşey... Büyüklük, belki en küçük ölçeklerde kendi sırrını aramaktır. Buldum dediğinde bile kendinden şüphelenmektir. Küçüklüğündeki büyüklüğü görmek ihtimali belki sadece o arayışta mümkün.

Bu ızdıraba da katlanamıyor bahsettiğim insanlık. Tembel. Hem herşeyi bilecek, hem de kılını kıpırdatmayacak. Buna çocuk insanlık da diyebiliriz. Söylediği ve ağzından çıkan birşeyi düşünsel olana, kanıta, olguya, duyguya göre değiştiremeyen, buna kafa yormaktan çekinen ve bir de bu kendi temel fantazilerini nesilden nesile aktarmaya kararlı... Hastalıklı değildir de nedir o zaman?

Marx, gün geldi, Marksist değilim demek durumunda kaldı. İsa asla bir Hristiyan olmadı. Bana kalırsa Muhammed'in müslüman olduğu da şüpheli.

klozet dersleri

big mac yediğinin ertesi günü sabah sularında tuvalet kağıdında susamlar gördüğünde çıkarılacak nice dersler vardır: bunlardan birincisi sisteme giriş olarak gelen çok şeyin reaksiyona girip, hal değiştirip, tanınamaz hale geldiğidir. enerji çıkışı için şeylerin böylesi bir dönüşümden geçmesi elzem... ikincisi ise bu reaksiyonlar sırasında ısrarla dönüşümden kaçan bazı şeylerin hep olacağıdır.