Çılgın zamanlar

Bir önceki post’ta ifade etmeye çalıştığım bendeki ‘bakış’ değişikliğine sebep olan ya da tetikleyen en önemli metin sanırım Meillassoux’un After Finitude isimli eseri oldu. Kitap hakkında o ara birşeyler yazmıştım.

Şu basit gerçek beni daha bir cezbetti: İnsan olarak algılayamayacağım nesnedeki (Kant’da kendinde şey, nomen) şey ‘var’dır ve ana eleştirel felsefi eğilimin aksine bu ‘şey’ hakkında konuşulabilir. Yani ‘dil’in dışına da çıkılabilir’, ‘dil evimiz olmak zorunda filan değildir’.

Bunu gayet basitçe Platonik mağarada modelleyebilirim: Ellerim kollarım bağlı mağarada oturuyorum, gölgeler ‘algılıyorum’ (daha doğrusu gölgeler ben’de algılanıyor). Gölgeler görüyorum demedim, çünkü burada ‘görme’ sadece göz ve beyindeki görme merkeziyle gerçekleşen bir olayı da aşıyor. Gölgeler farklı duyumlarla ‘algılanıyor’, ‘anlam katılıyor’, ben tarafından algılanan ‘fenomen’lere indirgeniyor. Freud’dan beri biliyoruz ki, bu algılanmanın tamamı ‘anlam’a, fenomene katılmıyor; sadece küçük bir kısmı... Yani anlam dünyasına katamadığım bir yığın kod nöronlarda var – o anlamlandıramadığım ama varolan tam da Freudian bilinçdışı’na denk düşüyor: Things that I don’t know that I know; unknown knowns... Bildiğimi bilmediklerim. Aslında "bildiğini bilmediğin" ifadesi semantik olarak bir yanlıştır tabii ama bu karmaşa cümledeki iki eylemin özce farklı olmasına rağmen ‘bilmek’ sözcüğüyle eşlendirilmesinden kaynaklı... Bilmek kabaca üç basamaklıdır denebilir: Algılarım, kodlarım ve anlamlandırırım (fenomene indirgerim). Bu üçüncü basamak eğer gerçeklenmezse bu bildiğimiz anlamda ‘bilmek’ olmaz. İlk iki aşama ile dışarıdaki şey’i ben’de kodlarım, ama fenomen olarak anlamlandırmayı (türlü sebeplere) beceremem. Böylece bildiğimi bilmemiş olurum!

Neden? Türlü sebepler dedim. Bu sebeplerden biri Darwinci adaptasyonla açıklanabilir, zira birincil, primordial amacım mağaraya uyum sağlamak, o mağarada olabildiğince parazit olarak genlerimi taşıyabilmek. İhtiyacım olmayanı neden anlamlandırayım? Tabii aynı zamanda öyle ‘mükemmel’ varlıklar olmadığımızdan ya da dinlerin varsaydığı gibi evrenin efendisi olmadığımızdan da olabilir bu. Kaynaklar kısıtlı! Vahşi ve bitmeyen kavgada ‘manyetik dalgaları’ algılayabilecek bir duyumuz mevcut değil mesela. Öyle olsaydı, türdeşlerimiz primatlarla cep telefonuna ihtiyaç duymadan, en başından haberleşebilecektik halbuki. Daha başka çok sebep sayılabilir ama bu konuyu kapatayım.

Dediğim, ihtiyacım olmayanı anlamlandırdığım anda, bilişsel mekanizmalarımda bir karmaşa olacaktır ve kolayca yem olabilirim. Koşmam gerektiğinde koşamayabilirim – Bu anlamda ilkel dünyada ilk yem olacak olanlarımız entelektüellerdir muhtemelen!

‘Aydınlanmanın öznesi’ olduğumuzda, ihtiyacımız olanı da artık farklı tanımlamaya başlamış oluyoruz. Bilebildiğimiz kadarını bilmek! Bu suretle mağaraya yansıyan resmin kendisini hedefliyoruz, resim dediğim asla tanımlayamadığım ama bilmek için çabalayacağım, elimden geleni ardıma koymayacağım şeyler bütünü. Bir önceki yüzyılda misal Naziler gibi canavarların çıkması aydınlanma’nın elbet bir semptomu olabilir tabiatıyla, çünkü o resmi anlamak yolunda bir mentalite basbaya canavarca bir yönelimdir. Ama sırf bu semptomundan ötürü “canavar”lıktan vazegeçilmemeli. O semptomları, yan etkileri anlamanın ve gerektiğinde törpülemenin yolu da aydınlanmayı temel almaktan geçer; keyfi semavi metafizik önerme ve pratiklerden değil. Frankfurt okulu bazı düşünürlerinin ıskaladığı nokta bu dediğim olabilir.

Şimdi mağaradayım, gölgeler benim içimde olaylar silsilesi olarak gerçekleşmek suretiyle algılanıyor (merkezsiz ben) ve bilebildiğim kadarını bilmek istiyorum (özne). Bir de ‘teknoloji’ var tabii, mağaranın duvarına yansıyanın farklı özelliklerini ortaya çıkarmak, iyi projeksiyon aletleri kullanmakla mümkün. Misal elektron mikroskobu ile hücre hakkında çok daha fazla bilgi sahibi olma olanağım oluyor.

Ben’den vazgeçmemiz gerekiyor bir noktada. Zira mikroskop, yarasa, ben hepimiz mağaranın içinde ve dışarısıyla birşekilde haberleşiyoruz. Yarasa kendindeki radarı kullanarak farklı boyutları algılıyor, köpek benim ulaşamadığım dalga boylarını algılıyor, farklı ‘görüyor’. Demek ki mağarada ben tek değilim. Türlü nesneler farkında olmasam bile benimle sürekli etkileşim halinde.

Mesela Google diye birşey icat oluyor. Artık izlediğim filmle ilgili didaktik detayları hafızamda tutmak gereği duymuyorum. Anahtar bir kelimeyle araştırıp bulabileceğim koca bir veritabanı önümde varken, neden yapayım bunu? Beynim ‘benden’ habersiz gerekli düzenlemelerle hafızamın çalışma dinamiğine narin fırça darbeleri atıyor bunun için. Değişiyorum.

O zaman fenemonolojik ‘ben’ ne için var? Anlamlandırmak neden gerekli? ‘Bilebildiğini’ ve hatta bilinçdışından da dem vurduğumuza göre ‘bilemediğini’ bilmek için mi? Platon bunları duysa heyecandan kuş olup kanatlanmaz mıydı? Müthiş zamanlarda yaşıyoruz. Farkında mıyız?



Edit: Bu post'tan birkaç gün sonra 'Googled Brains?' başlıklı daha yeni kaleme alınmış bir Nature makalesine denk geldim.

kendilikten kopuş

bir zaman geldi - ve artık kendi etrafımda dönen olayları dinlemekten, planlamaktan, fantazyalamaktan, yazmaktan vazgeçtim. okumaktan da... örneğin tezer özlü'nün belki tüm kitaplarını, ve hatta yeni açığa çıkan mektuplarını okudum. ama bir daha asla okumam. (komik olan tam da bunları yazarken, şimdi telefonumu çaldırdı kızkardeşim ve bayramda tezer özlü’nün aşiyan’daki mezarlığına gidelim, dedi. neden olmasın?)

bir insanın kendiyle yabancılaşmasından doğan sözcükleri yağdırması ve sadece ‘orada -kendinde-kalması’ beni etkilemiyor. önceden de başka bir yerde demiştim: iyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir! kendi sözcüklerim etkilemezken, bu noktada kendime tahammül edemezken daha,kendinn dışına çıkmadıkça edebiyatçının kralı ve kraliçesi gelse beni etkilemiyor. hatta zavallı buluyorum. bu zavallılığa kibir karışacak diye korkarım, yalnız. kibir değil küçümseme – belki geçmiş’teki kendime duyduğum sempatiyle karışmış bir küçümsemeden bahsediyorum. camus ilk kitabını pek beğenmezmiş: “yirmiiki yaşında bir insan yazar olamaz” diye gerekçelendirmiş bu beğenmezliği. bizim ülkenin yazar ve insan çevresinde bazılarımız hep yirmiiki yaşında kalmaya yemin etmiş... sempatik şeyler, kedi canlarını onların...

yazının estetiği çok iyi olabilir – ama bunu anlatış şekli, kendi ‘temel’ fantezisiyle kurduğu bağı ön plana almak daha birincil planda benim için artık. özellikle de yazan yazısıyla bunun dışına çıkamıyorsa. çok sevilen aslı erdoğan’ın romanları iyi örnektir bu dediğime. iyi bir edebi lafazanlığı ve duygusal iniş çıkışları iyi anlatan metinlerdir erdoğan’ınkiler ama yazının dinamiği bunun dışında bir yere de çıkamayacak durumdadır aynı zamanda. kendi kendine ‘hiç’ dokunmaz – belki de bir yazıyı özellikle de dokunmadığı yerlerinden tutup, öyle eleştiri süzgecinden geçirmeliyiz. bu tür metinlerdeki türlü lanetleri yazar kendine ‘dürüstçe’ giydiremiyor işte. kendine lanet etmesinden kastım bir mazoşistlik övgüsü asla değil. bu tür mazo edebi söylemler etkilidir ergen edebiyatında tabii, ama dediğim yazının dinamiğine dair bir lanet okuma, kendi diye koyduğunu yadsıma becerisi ve tarzı. artık kendi olmayan bir kendilik’e varacak bir kurgu. biraz da iyi örnekler verelim: tol’uyla ve har’ıyla murat uyurkulak bahsettiğim bu noktalarda çok daha iyi bir yazar kanımca.

dün sevgili arkadaşım, otuzundan sonra marksist olmuşsun dedi. haklı olabilir. gerçekten marx dediğim ve okumaya çalıştığım zamanlarda belki de marx'la ilgili aslında hiçbir ilişkim yoktu. üniversite yıllarında bir kızarkadaşım "marx'ın hizmetçisiyle yattığını duyduğumda, yıkıldım" demişti. marx'ı bu denli feodal bir yüceltime hiç tabii tutmadım, o kadar ileri gitmedim tabii, ama marx’ı da marx’ın yöntemiyle okumayı becermekte pek sakardım. zaman geçtikçe sosyalizmin gerçekten de öyle ebubekir'e, ömer'e, ali’ye, düldül’e, halk’a, önder’e filan bırakılamayacak denli yerel dışı, yeni, başka bir zihinsel altyapıya dayandığını daha iyi anlıyorum.

burada ‘pratik iş’i başka bir düzlemde gördüğümü söylemek isterim. elbette kendi motivasyonu benimkinden çok farklı olan öznelerle politik düzlemde biraraya gelirim – bu başka! ama burada pratik iş’le bunun gerekçesini ayırmak kanaatindeyim. bu pratik iş’e dayalı bir pragmatizme düşme riskinin sakıncasından bahsediyorum. birileri sizinle aynı şeyleri düşünmese de, onun motivasyonu dinsel de olsa mesela, eğer ortak akla ve iyiliğe uygunsa, biraraya gelmek ve dertleşmek gerekli ve güzeldir. ve fakat, ideolojik arkaplanda tortu bırakmayacak bir özenle yapılmalıdır bu.

politik iş'i elbette ortaklaşacağınız kesimlerle konjektüre uygun olarak yapmak durumundasınız, ama bu fikirsel kirliliği beraberinde getirmemeli. sert çizgilerle seküler ayrımlar, dindışı ayrımlar koyması gerektiren bir fikr eğer herhangi spesifik bir dinden örnekler vererek kendini rahatlatmaya çalışıyorsa bunda sorun vardır. brecht'in diyeceği gibi "eğer halkın problemleri var ise, o zaman değişitirilmesi gereken belki halk’ın ta kendisidir". bu denilen bir takım liberal tayfanın düşüneceği gibi yukarıdan bakma filan değildir - tam tersine "halk doğruyu söyler her zaman" diyip dalkavukluk yapmaktır yukarıdan bakmaya denk düşen.

halk diye bir tabuyla hakikatin üstünü örtmektir ki, buna da politik literatürde popülizm deniyor zaten. avrupa birliği reçeteleriyle hâl-i halk’ın iyileşeceğini düşünenler aslında sinsice de olsa halka yine birşeyleri dayatmakta değiller mi? ‘halk'a birşey ‘dayatma’dan politika olmaz - her demokrasi bir dayatmadır bu bakımdan. bunu varsaymak ‘dayatmak’ için bilinçli bir eylemi gerekçelendirmez, tam tersine varolanın bilgisini edinip, bundan yola çıkıp eylemi içine alır. burda liberallerin sıkça yaptığı gibi ‘dayatma’ (ya da diyelim diktatörlük) öyle gökten inmiş bir kavrammış gibi bir işleme tabii tutulmaz; bulunan tarihsel düzlemin içinde maddi aktörlerle ilişkisi içinde ele alınır, ve buradan bir politikoetik geliştirilir. ayrıntılar için bkz: tarihsel materyalizmin abc’si. bunu akılda tutsak, türkiye'deki politik denkleme burdan baksak, aslında altangillerin ikinci cumhuriyetçiliğinin birincisinin düşünce tarzından pek de ayrılmadığını, aslında şekil değiştirmiş bir dayatmacılığı göbeğinde barındırdığını göreceğiz, mesela.

bu post’u artık ülkeye dair güncel politik’liği düşünmek istemiyorum, sıkıcı geliyor diye karalayacaktım, ama iş liberallere kadar geldi, hay allah! neyse, diyeceğim yaş ilerliyor, yorgun demokratlığımızla birlikte. düşünecek başka problemler var: bıktım lan artık kürtlerinizden, türklerinizden, bombalarınızdan. böyle bir cümleyi üsluba uygun söylemek istedim aslında, ama olduğu gibi bırakalım. velhasılı kelam, işte yok artık güncel politik ya da birilerinin fantazisiyle kendini özdeşleştirebileceği satırlar... benden bu kadar.

Akademi, hakikat, kendini yadsıyan doğu

Bir Saffet Murat Tura kitabının daha sonuna geldim: Histerik Bilinç. Madde ve Mana'dan sonra Tura'nın diğer kitaplarını okumak durumunda kaldım - Seneler önce elime "Freud'dan Lacan'a psikanaliz" geçtiğinde, pek de beğenmemiştim doğrusu... Bunda en önemli sebep o zamanlar Lacan'ı anlamak arzum olabilir ve Tura'nın belki de bu en çok satılan kitabından bu beklediğim şeyi alamamıştım. Ama Tura'nın olgunluk kitapları sanırım benim de bir tür olgunluğumla çakışmış olacak ki, son birkaç ayda sırasıyla "Madde ve Mana", "Şeyh ve Arzu" ve şimdi de "Histerik Bilinç"i okurken zevk aldım. En önemlisi herbirinde sorunlaştırılanlar, kafamdaki sorularla çakışıyordu. Bir de bu kitaplarda psikanalizin ‘yapıcı’ bir eleştirisini izlemek, nörobilimle teğet geçmem sebebiyle olacak, benim için heyecan vericiydi. Bir de Tura'nın metinlerindeki analitik yöntemi, yani önce sorularını oluşturması, ertesinde de bunlara 'materyalizmin dışına çıkmayan' çözümler araması bahsettiğim metinlerindeki çekiciliği arttırdı. Bunu da bir tür samimiyetle sunuşu da artı puan tabii.

Histerik Bilinç, her ne kadar nerdeyse tamamıyla batılı bilimsel kaynaklara dayanıyorsa da, doğulu bir yazardan böyle bir metin okumak güzeldi. Doğulu’dan kastım, asla geçmişin "doğusuna, Osmanlısına, İslamına" güzelleme yapmak amaçlı değil. Geçmişin doğusundan bahsetmiyorum.

Batıda kapitalizmin kazandığı ivmeyle bilimin iyice bir teknik işine indirgenebilmesi, bilimcilerin profosyonel bir alana hapsedilmeleri, batılı ideolojik altyapıdan çıkan sesin ister istemez darlığına sebep oluyor gibi geliyor bana. Bazı bloglarda ya da sosyal medyada çeşitli paltformlarda ara ara Türkiye üniversitelerinde dönen üçkağıtları (kalitesiz yayına yönelip, yükselmek gibi; ya da açıkça başka kaynaklardan aşırma tezler ve yayınlar yapmak gibi) teşhir eden yazılara rastgeliyorum. Belki ülkedeki pisliklerin gösterilmesi iyi bir hizmet ama bunu Batı akademiyasını referans alarak yapmakla, bence bu yazarların pek de farkında olmadıkları bir oryantantalist bakıştan öteye geçemiyorlar maalesef. Türkiye'de hilekar akademisyenlerin ipliğini pazara çıkarmak iyi güzel bir uğraş olabilir tabii, ama Batı'nın bilimsel gelişimini görmezden gelen bir bakış'a yanaşmadıkça o uğraş benim anladığım anlamda kaliteli bir eleştirelliğe dönüşmekten çok çok uzakta.

18. ve 19. yüzyılların Foucault’nun disiplin toplumunun dünyasındaki “idealist”, aristokratik, merak üstüne kurulu bilimci imagosunun da, şimdinin kontrol toplumunun üretim ilişkilerine bağlı olarak şekil değiştirdiğini teslim etmeliyiz. Deleuze’ün ünlü "Postscript on the Societies of Control" isimli makalesinde bahsettiği gibi disiplin adamı “süreksiz bir enerji üreticisi” idi, aynı disiplin toplumunun temsili mekanı olarak fabrika gibi “konsantre” idi. Kontrol toplumunda ise yine aynı makalede çok iyi tasvir edildiği gibi, sistemin ideolojik aygıtları olarak “okul, askerlik, fabrika, hastane, hapishane” ayrık mekanlar olmaktan çıkmış, bunların herbiri ilginç bir şekilde diğerlerinin işlevini de üzerine almıştır. Kontrol toplumunun temsilci mekanını “şirket” olarak tasarlamak mümkün gibi görünüyor. Hem eğitim çalışmaları, seminerler veren, sınavlar yapan (okul), hem elemanını aynı amaca kilitlenmiş hiyerarşik bir takımın parçalarına indirgeyen (askerlik), hem artı-değere el koyan (fabrika), hem kendi sağlık reçetesini çalışanının önüne koyan, psikolojik üniteleri olan (hastane), hem de teknolojik Panoptikon-vari gözetim merkezleri olan (hapishane) Şirket (olarak üniversite), tüm bu özellikleri ile, disiplin toplumundaki herbir aygıtın içiçeliğinin temsili bir resmini verecektir.

Şirketin tasviri batıda bir bakıma Bilimcinin de kaderidir aslında: iş güvenliği elinden alınmış doktoralılar ordusu, sıklıkla adı geçen araştırıcı, araştırma görevlisi ya da ileride yükseldiklerinde “araştırma patronları”nı kapsayacaktır. Zira özellikle batıda “grant” yazmak ve ulusal sağlık enstitülerinden orduya kadar hayli prestijli kurumlardan “para” alabilmek ve bir projeye başlamak demek, iki şey anlamına gelir: Kısa süreli, güvencesi olamayan projeler, ve o projelerle para desteği alan profosörün (ya da araştırma patronunun), direkt üretim araçlarını yani projenin yürütülmesi için gerekli olan her türlü ekipmanı, çalışanları (doktora, yüksek lisans öğrencilerini ve doktora sonrası ücretli köleliğe devam anlamına gelen postdoktora araştırmacıları) ve elbette kendini de temin olanakları. İlginç olan, hiyerarşide en yukarıdan en aşağıya kadar insan faktörünün projeye tabii olmasıdır: “Herşey proje için”! Projeden tüm bireylere arda kalan ise yine impact, etki faktörlerine göre bir hiyerarşiye dizilmiş “bilimsel” dergilerde yapılan / yapılmak zorunda olunan yayınlardır. Yayınların basıldıkları dergilerin etki faktörlerine göre ağırlıklandırılmış toplamı, o projede yer alan tüm ekibin cebine giren kazanç anlamına gelir bir bakıma.

Başka bir deyişle bu toplam, şirketin saygınlığının, güvenirliğinin yani bir sonraki alacağı projenin niteliğini ya da sektörde hayatta kalıp, kalamamasının direkt kriteri seçilmiştir. Böylelikle yapılmakta olan bilim, kontrol toplumu tarafından herşeyi ile “ölçülebilir” hale getirilir; ve aslında zihinsel emeğin ölçülemezliğine de ket vurulmuş olur. Birebir tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin uzmanı” anlamına gelen PhD’li çalışanlar ordusu aslında Şirket’in çılgın döngüselliğinin teminatıdır: Her biri işçidir ve her biri patron olabilir; hatta her biri artık çok uzakta da olsa “tenure” yani kadrolu, işten kolaca atılamayacak duruma getirilebilir. Bu ordunun birebir tercüme edildiğinde ünvanları “bilgiseviciliğin öğreticisi” anlamına gelen PhD’li çalışanlarının sormaları gereken soru bence, bir projeden bir projeye itiklenen Araştırma’nın, bilimin performatifliğinin motivi olarak bilinen merak duygusuyla, uzun vadeli emeğe dayalı bilimsel keşifle olan ilintisini ne denli koruyabildiğidir?

Gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de projeyi veren kurumun (firmanın, ordunun, devletin birimlerinin, vs.) Sermaye’nin başdöndürücü olarak ilerleyen zaman belirlediği araştırma konularıdır. Yani araştırılması gereken bilimsel konu da popülerleşir, hot topic diye tabir edilen 5-10 yılda bir çalışılması gereken konular değişir, hatta bilimsel konferansların, kongrelerin konusu ve sıklığı bile bu talebe kendini uydurur. Söz konusu olan üniversitelerin, kontrol toplumunun üretim ilişkilerinin aslında idealleştirildiği, kaygan birimler haline getirilmesidir. Bundan dolayı “üniversite-sanayi işbirliği”ne karşı çıkmak iyi niyetli olsa da yersizdir; çünkü ortada bir işbirliğine gerek olmayacak şekilde üniversitenin ta kendisi üretim ilişkileri ve üretici güçleriyle birlikte yapısal olarak sanayii’den da fazla sanayiileşmiştir. Yani bir bakıma üniversite, sermayenin fantastik, kaygan zeminli üretim mekanıdır. Eski güzel günleri anıp, üniversiteleri aydınlanmanın mekanları olarak kutsallaştıran lafızlar, bu gerçeği flulaştıran reaksiyoner “ideolojik” söylemler olmaktan öteye gidemezler.

İşte Saffet Tura’yı okumak bu anlamda benim için doğulu bir tad almak demek oluyor. Bilginin kendisine ulaşmak için kapı aralayan bir yüce’liğin hazzını bana tekrar tekrar yaşatarak yapmış oluyor bunu. Benim güzellemesini yaptığım da yukarıda Batı’nın şirketimsi bilgi üretiminin dışında bir yerde bir bir bilmek arzusundan ibaret.

Altını yeniden çizeyim: Geçmişin ilkelliği değil asla işaret ettiğim, ama olası bir geleceğin doğu'sundan söz ediyorum. O doğunun içinden çıkan bir bilmek, algılamak, duyumsamakla gerçeklenen gayet “seküler” Hakikat arayışı bu dediğim. Başka bir deyimle idealleştirdiğim ‘doğu’, ancak Batının önüne koyup da gerçekleyemediği ve hatta ihanet ettiği aydınlanmanın ve bilgeliğin peşinde olduğu sürece geleceğin doğusu olmayı hakedebilir.

Histerik Bilinç’in son sayfalarında şu yazılanlar belki bu dediklerime dayanak olabilir:

Elbette evrendeki maceramızı ve evrenin gerçek macerasını anlayabilecek düzeyde değiliz henüz. Ama küçük de olsa bazı adımlar atabilmemiz umut verici. Gelecekte bir gün evrenin gizeminin ardındaki gerçeği, bizim bu büyük oyundaki yerini anlayabilecek miyiz? Bazı insanların yaşamlarının merkezindeki tutkuyu dile getiren bu soruya olumlu yanıt vermek istiyorum. Yoksa bu gezegen üstünde kurduğumuz, adına ‘tarih’ dediğimiz saçma oyun-gerçekliğin türümüzde yarattığı acılardan ibraret olurdu dünya...

Ama bu ne’lik soruları sayesinde kendimizi (yalnızca) tarihin değil, evrenin bir parçası olarak algılayabilir, bir an için de olsa bu sıkıcı oyundan başımızı kaldırıp gökyüzüne bakam umudu bulabiliriz içimizde. Aslında kendi yaşamını, kültürünü, tarihini aşan, bunlara aşkın sorular sorabilmek doğanın türümüzde gerçekleşen en ilginç özelliklerinden biridir de. Evrenin bizde kendini anlamaya çalışma imkanı yakalaması güzeldir...

Nietzsche ‘Tanrı öldü’ demişti. Eğer yanılmıyorsam “insan da öldü”. Ama gene de bu gezegende maddenin acı çekiyor olması harekete geçirebilir bizi. Bizde ve bizim aracılığımızla fiziğin çalışması iki şekilde de yorumlanabilir. Duralım veya devam edelim. Özgür bir seçim olmasa da maddenin bizde devam etmeyi seçtiğini görürüz. Umut verici olan maddenin bizdeki ısrarıdır. Doğru cümle şöyle: Umut verici olan biz olan maddenin ısrarıdır.

Böyle böyle kitap hakkındaki düşüncelerime vakit de kafa da kalmadı şimdilik... Olsun, onun da yeri gelir bir zaman.

Ben ve ideolojiye dair

Thomas Metzinger’in Ego Tüneli kitabı “kişi” (Self) hakkında düşünceleri yeniden gündemime taşıdı. Bu kitapta değinilen ve değinilmeyen son nörobilimsel gelişmeler aslında psikanalizle benzeşen noktalar arzediyor. Bu tür bilimden hareket ettiğini iddia eden metinlerin illa ki psikanalizin ve Freud’un adını dahi anmaması ya da daha da kötüsü Freud'dan olumsuz babda bahsetmesi beni garipsetiyor. Öyle ki bazen psikanalizin günümüz nörobiliminin bilinçdışı olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Örneğin ‘ben’ dediğimizin, yani Ego’nun dış dünyadan kotarılmış bir aynasal imgeler gestalt’ı olması Freudian ve Lacanian mentaliteyle ve terminolojiyle fazlaca uyum içinde... Nörobilimden bu sonucu çıkaran bir bilimcinin psikanalizin temel varsayımlarına müteşekkir olması gerekirken, “aslında Freud saçmalıyordu” demesinden daha büyük bir saçmalık tahayyül edemiyorum. Nörobilimle uğraşan sıradan bir bilimcinin ya da filozofun egonun dış dünyanın bir modeli olarak keşfinden yola çıkarak illa bir yere saldırması gerekiyorsa, bunun için günümüzün “bilimsel” olarak kabul görebilen ve revaçta olan söyleminde ben’in dışına çıkmaktan aciz olan davranışçı psikolojiyi hedef tahtasına koyması gerekmez miydi?

Tüm bu şerh bir tarafa, Ego Tüneli açık, okunur bir dille yazılmış, hakkında söylenecek, kafa yorulacak çok şey olan, harika bir kitap. Metzinger, ben’in ne olduğuna dair bilimsel deneyleri biraraya getirip, hatırlatmakla kalmıyor; sonlara doğru artık nörobilimsel sonuçlara dayalı bir politik-etik tutum almak gereksiniminin de altını çiziyor.

Bir şeyi ben’in parçası olarak kabul etmemizin koşulu nedir? Metzinger’in kitap boyunca bahsedip durduğu ‘plastik el ilüzyonu’ bu konuda bir fikir verebilir belki bize. (Bu ilüzyonu da görüntülü olarak bir powerpoint’te görebileceğiniz yazarın TED konuşması şuradan izlenebilir.) Ben’in parçası sadece ve pür bir ilüzyon olabilir. Sadece algısal bir ilüzyon nedeniyle kendiliğimizle pek de alakası olmayan bir nesneyi ben’in parçası haline getirebiliriz. ‘İdeoloji’nin sızdığı en temel kapılardan biri bu. O yüzden benlik ve ego bazı durumlarda ideoloji ile ilintilidir diyebiliriz bence.


İkinci olarak yukarıdaki soruya benim önereceğim ‘kontrol edebildiğim şey’ olurdu. Örneğin tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyan biri bunu bizzat ego modelinin bir parçası saymak durumunda kalır. Çünkü 1) onu kontrol edebilir (bizim örneğimizde direksiyonuna eliyle temas ederek, ya da uzaktan kumandasıyla), 2) onsuz çok şey eksik olur (bizim örneğimizde bir yere kolayca ilerleyemez).

Yine akla profosyonel bir tenisçinin raketini ya da protezli bir engelliyi getirebiliriz. Tenisçi eğer raketi egosuna ait beden modelinin bir parçası haline getiremezse, ona ağın karşısından top geldiğinde karşılık verebilmesi için gerekli bir sürü uyaranı (görsel, işitsel, motor, vs.) böyle hızlı bir şekilde işleyecek nöral senkronizasyonu sağlayamazdı. Yani iyi bir tenisçi asla olamazdı herhalde.


İkinci verdiğim örnekte ise, protezini kendi vücudundan parça olarak modellemeyi yani Ego’suna eklemlemeyi başaramayan biri ise en basitinden kendisinin yürümesi ya da tutması için çok gerekli olan ‘yapay’ elini ya da ayağını dış ortamdaki tehlikelerden sakınamazdı. Öyleyse benliğimizin temel direği olan Egosal temsiliyet aslında ATP’leri yıkıp, enerjimizi harcamaktan kaçınmadığımız şeyler aynı zamanda. Birşeyleri sakınmak için onun kendimim olduğunu kabul etmem önemli bir şart. Bu beynimce o şeylere “yararlılık” atfediyorum, o şeyleri böyle kodluyorum demektir diyebiliriz.

Tüm bunları toplarsam, bir ‘şeyi’ egomun parçası kabul etmem için onun bana bir ‘yararlılığı’ olması gerekir, yararlılığın sağlanması için de onu bir şekilde ‘kontrol’ edebilmem gerekir diyebilir miyiz?

En başta bahsi geçen ideolojik ilüzyona, plastik el ilüzyonuna dönersek, bu dediklerimin aslında resmi tam anlamıyla açıklamaya yetmediği görülür. Çünkü zaten eli olan bir kimsenin ‘plastik bir el’e ihtiyacı yoktur, onu kontrol da edemez, zira deneydeki plastik el ve benim aramda bir temas yok. Ama tüm bunlara rağmen, bu deneyle yine de bir ilüzyon yaratarak kısa süre için de olsa, plastik elin aslında kişinin bir parçası olduğuna kişi inandırılabilir.

Elbet biri gelip bu tezi yanlışlamak için, “ama bu tür bir ilüzyonla ego temsiline o plastik el kısa süreliğine katılıyor; kişi çok kısa bir sürede aslında elin kendi parçası olmadığını anlayacaktır” diyebilir. Bence bu sürenin kısalığının uzunluğunun mevzumuzla çok da bir ilgisi yok. Bunu uzatabilecek deneyler de var. Misal bizzat Metzinger’in de katkıda bulunduğu başka bir deneyde, bir deneğe ‘’google” takılıp, sahte bir sanal beden projeksiyonu başka bir koordianata yansıtılıyor ve zamanla birey kendi dışında bir yapay bedeni kendi bedeni olarak kabulleniyor. Kişi o “google”u taktıkça ve ortam koşulları değişmediği müddetçe ego temsili “gerçek” bedenden bambaşka bir koordinatta oluyor böylelikle. Tabii burada da göreceli bir kontrol var aslına bakarsak; zira kişinin projeksiyonu olan beden ve kendi hareketleri arasınaki uyum ya da koherans bozulduğu anda, beyinde bir “şok” yaşanabilir, ve ego artık o projeksiyonu kendi bedeninden, kendinden kabul etmeyebilir.

Yalnız işte yine de "kontrol” noktasında dikkatli olmalıyız kanaatindeyim. Kim kimi (ya da daha doğrusu ne ne’yi) kontrol ediyor? Ego şey’i mi, şey ego’yu mu?

Dışarıdan yaratılan ve süjenin kendiliğinin bir parçası olarak onay verdiği ilüzyon, kontrol edildiği halde kontrol edenin bizzat o süje olduğunu kabul ettirecek sofistikeliği sağlayabilirse eğer, bu durumda kendini dışarıdan kopup gelip bedenlerimize yapışan simbiyotik bir ilişkiyi kabul ettirebilir. Metzinger’in de anlattığı gibi beyin bu anlamda gerçeklikle kontaktta bulunan kişinin farkındalığını devre dışı bırakan harika bir arayüze sebep verebiliyor zaten!

Öyleyse miyonlarca yılın birikimiyle evrimsel süreç öylesine bir sofistikeliğiyi meydan getirdi ki, aslında “kendilik” diye kabul ettiğimiz herşey en temel ilüzyondur çıkarımına kolaylıkla ulaşabiliriz buradan. O vakit, ben’in dışına çıkamayan, dış dünyayı ben’le, egoyla eşleyen her diskurun yolu zorunlu olarak ideolojiye çıkacaktır.