Bahar yeni geldi buralara

“Dans etmek zorunda değilsin” diyen sayın matematikçinin dingilliği hemencecik, daha aradan bir hafta geçmeden açığa çıkıyor. Zira, kendisi “hiç dans edecek modda değilim” ayaklarıyla başlayıp, kalabalık bir platformda ruhunu şeytanın eline hemen oracıkta teslim ediyor.


Sırf o mu, güneş tepeye çıktığında Milkasever sarışın kızların çimenin ortasında bir bankta oturup açık havada ders çalışmalarının muhtemel zararları gibi mühim bir hususta notlar alıyorum. Gerçi ben güneşten etkilenmem, pek. De neden etkilenirim? Geçelim.


Bu aralar bir masala kaptırmışız kendimizi de etrafa aval aval bakıyoruz. Öğrendiğim dersleri ağzıma sakız yapıyorum, sonra o sakızı yanımdakilere dağıtıyorum. Onlar bunu çok seviyorlar. ‘Sakız yapıl, ağzıma çakıl’ gibi bir söylemi rehber edinip, çıkmaz bir yolun peşinde sürükleniyorlar. Zira bu sakızın patlayıp, ağızların en etli yerlerine yapışması gibi bir ihtimal var. Bunun korkusundan olacak, çiğnerken temkinli bir peristaltik hareket eşliğinde ritm tuttturmayı da ihmal etmiyorlar.


Arada hayat bitiyor. Güneş geçiyor. Sorular takılıyor kafamıza. Hangisi daha peygamberce: olay’ı beklemek ve onun için hazırlanmak mı, yoksa an'ın koşullarını hiçe sayıp sonsuzu yaşamak için sürekli çabalamak mı? İsa mı, Neal Cassady mi? Marx mı, Bob Dylan mı? Kafka mı, Ginsberg mü?


Bilene benden çilek aromalı damla sakız hediye.

Tavuk 1, Lavuk 0

Kendimi attım. Dönerci yoluna. Artık dönerciler arkadaşlarım. Bir de yerini yurdunu çok seven, konuşunca yüzü kızaran, çekingen, Milka-sever sarışın kızlar. Bir de kafasında saç baş kalmamış matematikçiler. Böyle güzel teorik insan evlatları dans eylemine girmek istemiyorlar. Bana da salık veriyorlar: “Dans etmek zorunda değilsin!”


Adam diyor, senin kafa bozuk, aynı benimki gibi. Benim kafa bozukken diyor, ben dans filan etmem. Yani tabii bunları demiyor gecenin bir yarısında, zaten o sarhoş kafayla ben de bir halt anlamam bunları dese. Ama gözlerini dikiyor, yüzünde bir sırıtma, “dans etmek zorunda değilsin”. Tüm bu duruş, bu gülümseme, bu matematik kafası sırf bu cümleyle beni ikaz ediyor işte.


Onun kafada saç kalmamış ama benimki daha beter. Saçlar uzun ama akıl kısa, işte. Böyle mi diyordu atalarımız? Neyse, ben aldırmayıp dans ediyorum. Ama bizim matematikçinin haklı olduğu ancak yarım saat sonra aklıma geliyor. Hiç gerek yoktu dansa, ona buna ilişmeye halbuki. Kafamın bozukluğunu bile yaşayamıyorum.


Ne diyordum. Ha işte. Kendimi dönerci yoluna attım. Yani dönerci bahane, günlerdir midemiz tavuk döneri oldu zaten. Ne idüğü belirsiz bir hayvandan imal “et” döneri yerine tavuğu her daim tercih ederim. Nitekim, ne idüğü belirsiz bile olsa tavuk, tavuktur; lavuk da lavuktur.


İşte dönerciye gidiyorum. Yine memleketten giriyoruz, ta amerikalara kadar çıkıyoruz. Kinaye ediyoruz. Küfür ediyoruz. Milliyetçilerin, dincilerin, trafiğin, krizin allah belasını versin diyoruz. Ama yine de seviyoruz. Yine de özlediğimizi belirten yarım ağız bir cümlecikle bitiriyoruz diyaloğumuzu. Cümle kurmayı kendimize yediremiyoruz. Zira, bir insan evladı tavuk döner yerken, bir de yaptığı lavukluğa dair öznesi nesnesi zarfı eylemi tam teşeküllü bir cümle kurmak gibi bir duruma girmek istemez. Lavukluğun da bir limiti vardır.


Sonra telefoncuya gidiyorum. O da kaçmış. Iraklı Kürt, Türkçe biliyor, Nevşehir’de geçirmiş onca zaman garsonlukta. Sonra karşıma başı tülbentli, Anadolulu temizlikçi bir abla çıkıyor, yüzüme bakıyor: “Sen Türk müsün?” “Ha, evet sayılır” diyorum. “Ee güzelim, ne diye konuşmadın onca gündür benimle o zaman?”


Utanıyorum, gark ediyorum, gurk ediyorum. Türkiyeli olduğunuzu anlamadım demeye getiriyorum ama bu fazla aptalca bir yalan gibi geldiğinden, sözümü hemen orda geri alıyorum. Tam buradan nasıl kaçarım diye planlar kurarken Aksaraylı olduğunu öğrendiğim ablam “bir yolunu bul da burda kal, kapağı at” diyor. Bu noktada ben çokça gülüyorum. Tabii bu gülüş içimde gerçekleşiyor, ufak bir sırıtışla kafamı sallayabiliyorum. Bir yolunu bulup da nasıl kaçacam, sen ordan haber ver, diyemiyorum. Desem ne o beni anlayacak, ne ben onu.


Önce kendi lavukluğumu anlamaya karar verip, histeriyi tam burada kesiyorum.


kıble-siz gece, etraf sis

şimdi aklıma anlatabileceğim
bir masal gelmiyorsa
bahar vakti olmasına karşın dolmuyorsa neşe soframıza
sesler kilometrelerce uzaktan gelip de kulak zarımızı kirletiyorsa
herşey u z a k s a
sokaklar yalnızsa
kurallar sıkıcı
kaçışa adanmışsa ömrümüz ve yerimizde öylece kalakalmışsak

bir masal da gelmiyorsa akla
her prenses renksiz, her ada sessiz, her şehir sensiz
[bırak altında kalayım
fayton seslerini duyamıyorum]
her dünya oksijensizse

yaşam belirtileri arayışını
başka gezegenlere mahsus kılmışsa asrın bilmi

aynaya her baktığımda yüzüm yoksa
elmacık kemiklerim yanağıma batıyorsa
zorunlu gülüşlerden kurtulamamışsak
bir tekme atamamışsak dönen koltuğa
[ grev zamanı, bırak işi gücü
dışarı çık, saklambaç oynayalım
beni bulacağın yeri bilirsin sen]

bir masal bir sevda bir ayrılık bir kavga
h i ç b i r ~ a n l a m ~i f a d e~ e t m i y o r s a

“sokaklar bizim için dar edilmişse”
“aşk bize küsmüşse”
[ “yok olur benliğin de
çürür de beden”]

“su çürümüşse”
biz çürümüşsek

bir masal düşleyemeyecek kadar yorgunsak
en sevdiğimizi bile içimize çekecek
nefesimiz kalmamışsa
ciğerimiz daralmışsa
en sevdiğimiz kalmamışsa,
[ bir tek bugün olsun
yak şu sigarayı
önce bir nefes al
sonra bastır tenime]

kimseler inanmıyorsa
bize
biz
kimselere inanmıyorsak

ne kaldı hayat adına?

lükstür artık kafiyeler ve şapkalar
ağzımızda buruşup duran kelama
“akşamın acı su karanlığı içinden

soğuk kadife teması yalnızlığın

şuh bir kahkaha balkonun birinden

gizli işareti midir bir başlangıcın



sevmek için geç ölmek için erken”



attila ilhan

Bana adres sormayın, önümü bile göremiyorum...


Yanımdaki herkes, yaklaşık yirmi insan sırf benim yüzümden toplantılarda ve maillerde İngilizce kullanıyor. Gıcık olunuyorum. Gıcığım, haklılar.


Dönerciler de olmasa halimiz nic’olurdu? Buranın tüm dönercileri Dersimli... Dersim dört tren istasyonu içinde.


Kitaplarım. Nerdesiniz? Sizler sayesinde asosyalliğimle gururluyum, rakı içmek isteyip de içemediğim zamanlar hariç.


En büyük çokluk, bizim çokluk. Kriz zamanı kerizleri ile yandan yemişler biraraya gelmişler, Multitudo doğmuş.


İleride bir dükkan açacağım kendime. Ama döner dükkanı olmayacak, önyargıları tümden kıracağım.

Omuzlarda yanmalar yine başladı.


Etrafta gördüğüm herkes bir makina. Kimi duygulanmaya programlanmış, kimi hissiz bir koşturmacaya...


Neye koşuyoruz? Nereye gidiyoruz? Medet umduğumuz bir öteki olmadan bir hiç’iz, hiç!


Ama her yanımız kan içinde. Şikayet edecek birşey bulmak öyle kolay ki, hele.... bir de yanımızda kimse olmayınca. Kalabalık bir salonda bir başımıza, kalabalık bir caddede bir başımıza, bir ırmak boyunca bira yudumlarken bir başımıza. Hani herkes içerken, sen gidersin bir yana da, isminle çağırırlar: “Hey, yine nereye gittin?” Sense birşey olmamış gibi, daldığını söylersin. Uzaklara gittiğini. Uzaklar dediğinse burdan bir an evvel kaçıp, yok olma isteğindir. Bitmen. Yok olman. Yok.


Bir aradalık bile ticari bir balonun yan ürünü ise, sevgi dediğin gösteri dünyasının sunduğu cesetlerden birinin adı ise. Dizi filmlerde, reklam panolarında, bilgisayar ekranlarında her an gözüne sokulanın...


Ya kucaklaşmalar? Nerede sabırla ve birşey beklemeden dinlemeler?


Siz arkadaşları borç vermedi diye Ayazağa ormanlarında kendini asan bir üniversite öğrencisi tanıdınız mı? Benim çok uzaktan merhabam vardı sadece. Kimse şaşırmadı ama gittiğine. Sonra bir arkadaşınız delirip birden size sırtını döndüğü , size küfretmeye başladığı oldu mu? Artık o arkadaşımın ismi bile geçmiyor arkadaş sohbetlerinde. Unutuldu. Belki unutulmak istedi.


Ama elden ne gelir? Sadece ölen ve deliren ve çıldıran ve en aşağılara inenler değil her birimizin yaşamı da silindi yavaş yavaş, gölge insanlara döndük... Onlarsız ve rahatlıkla ve umarsız söylediğimiz her sevgi ve nefret sözüyle birlikte aşındık birer birer.


Ama “sen hiç üzülme, hiç ağlama. Bak hala burdayız.” Ellerimiz açık, göğe bakınca sıkılsak da, ve medet diye sokulacağımız bir öteki olmasa da, burdayız işte.

Yine tanımlar uyuşmuyor. Sırtıma sürekli yük biniyor.

Erken kalkmak nedir bilmeyen biri erken kaldırılıyor. Normalde dörtte (PM) kahvaltı yapabilecek birine tam onbirbuçukta (AM) öğle yemeği yediriliyor. Kendi dilinde bile konuşmakta zorlanan biri üç dilde yarım yamalak konuşturulmaya zorlanıyor.

Hastalarla konuşmaya çalışıyorum. Hepsi titriyor ve acı çekiyor. Bir kısmı ilaç alıyor, bir kısmının beyninin orta yerine elektrotlar ve daha neler neler koymuşlar. Ah büyük insanlık! Ah vücudumuzu kendi imajından yaratan büyük Tanrı, şu elektrodu kafamıza en baştan soksaydın ya, etten ve kemikten olma elektrot ve uyarıcı ekseydin ya. Eksik Tanrı, eksik insan birleşmiş de böceklerin kendilindenliğinden medet umuyor. İşte bu beni pek güldürüyor.

Nerdeyse hiçbir kitabım yok artık. Yanımda kendi yol’umda okurum diye hediye edilen Kerouac'ın On the Road'u hariç. On the Road bana bayağı güç katıyor. Böyle zamanlarda Toni Negri’yi, Fransa’da sürgünde yalnız kalışını, aldatılışını, Spinoza okuyuşunu ve böyle böyle kendini teselli edişini aklıma getirip, hayal etmekten kendimi alamıyorum. Negri kağıtsızdı. (Böyle lanet bir bürokrasi görünce kağıtsız kalmak daha iyidir diyorum bazen.) Bense kitapsızım. Hepsi bambaşka mekanlarda ve öksüzler. Ve türlü yerlerdeki tüm kitaplarımın birleşmesi, proletaryanın birliği kadar zor olmasa da, yine de kolay iş değil.

Tanımlar uyuşmuyor. Kendimi anlatmak zorunluluğundan da bıktım. Ben şurdan geldim demekten, mühendisim ama aslında değilim demekten, komünistim ama aslında bildiğinden değilim demekten, şuradanım ama aslında değilim demekten...Yorgunum... İlk defa bu kadar yoğun olarak hem de. Hangi sebepten yorgun olduğumu bile bilmiyorum artık. Geçmişi, şunu, bunu suçlayamam. Geçmişi suçlamam bu an’ın kadrini bilmezlik olur. Bu anın bana ve ötekine sunduklarına. Bu anın gücüne. Herşey ve herkes ne kadar uzak ve ne kadar yakın. Ne kadar çok sevesim ve ne kadar çok nefret edesim geliyor bu mevsimde. Soruyorum: bu havalar neden bu kadar orospuca?

Basit ve pür. Yaşamın tümüne bu kirlilikte sığdırılması çok zor şeyler belki. Ama ilaç olabilecek ve aradığımız tek şey işte, ‘pür’lük. Aldırışsız hissedebilmek ve yavaş adımlarla ve tatminsizlikten ve markalaşmaktan ve gereksiz homurdanmaktan ve zorunluluğa teslimiyetten uzak bir köy var ve o köy ne kadar uzaktaysa bir o kadar yanı başımızda.

Mimimden asagi Kemalpasa (Bir geleneksel hamur tatlisi kivaminda)

Sayin ve sevgili Ausencia bir mim göndermis.

Ki aradan nice nice aylar ve hatta yillar geçmisti mimlenmemistik, amma bu hayli müstehcen bir soruya isaret ediyor: "hangi blog yazariyla sevismek istersin?"

Mim'e cevap vermemek olmaz, ayip olur. Türk gelenek ve göreneklerine çok aykiri yani. Mim dedigin blog dünyasinda bir nevi fincan kahve, bir nevi Hacisakir limon kolonyasidir ve bilinir ki, yapilan aci kahveye ben içmem, tutulan kolonyaya ben almam demek olmaz.

Ama direkt cevapla blog konsepti disina çikmis oluruz. (Gerçi çoktan çiktik, hatta o konseptin ta içine ettik bile.) Simdi duyumsayacagiz diyoruz, bu kismi seksle birlestirmek zor görünüyor. Mamafih, bu blogun sayiklama kismi bizati sevismek mevzuuyla bir uyumsuzluk çikarmiyor. Ama sayikla pirincin tasini simdi.

Topu atan arkadasin da pek yerinde isaret ettigi üzere bes duyuya seslenmeyen birakin bir blog yazarini, Adriana Schiffer isimli bir üroloji uzmaniyla dahi seks istemi için harbiden fantazi dünyasini bayagi genis tutmak lazim. Yalniz tam burada bir kelime oyunuyla pislik yapip sevismek'i bizim o eski Yesilçam filmlerinde geçtigi üzere kullanmaya kalkisirsak, elbette sevistigimiz birçok blog yazari var bu alemde. Kendileriyle bol bol doyasiya sevisiriz. Tutkunun insaniyiz nitekim. Birini saymasak digeri alinacak. Ondan spesifiklestirmek yoluna gidersem, sonra birini eksik birakirim, üzülürüz filan, alimallah.

Aa, top taca çikmis. Hemen elimle topu kafamin ta arkasina götürüp, pek bir erojen olan boynuma dokundurttuktan sonra nizami bir taç atisiyla ceza alaninin hemen ilerisinde bulunan Kaçak abiye, Faruk ustaya ve EG'ye dogru yuvarliyorum. Belki onlar golü atarlar. Hatta aglari bile delerler.

Tünelde

Şimdi yine bakıyorum gelip de geçene. Gelip de geçen üzerimden de geçiyor; ben bu yolun ışıklarını hiç tanıyamadım. Ey yolcu haber eyle: Bu yolun daha ne kadarı böyle tünel.

Gözlerde yanan ışıktan hep geçmek istedim. Geldim, gördüm, geçtim. Bitti, ne çok şey hem de, ama unutmadım. Şimdi geçen bahara bakar da gözlerim, ırmağa bulansa da gözlerin, ıslansa gelir miydim aklına. Her ışıklı olan gibi, bu kısacık ışıklı yolumuz da bitti işte. Sakın bakma arkana.

Afişler yaptım bir zaman, bildiriler yazdım. Mezopotamya’nın kraliçesi ilan ettim, Ortadoğu’nun tanrıçası yaptım, hiç görmediğim Munzur’un soğuk sularında onların ellerinden su istedim, onların elleriyle yundum birçok kez. Irmağa battı ayaklarımız, sırılsıklam olduk, gülüştük, bağrıştık. Birlikte boğulduk. Böyle ölümler düşledim de güldüm kendime.

Geç anladım. Kendimle en alay edebildiğim anlar en güzel zamanlarımmış. Daha fazla alay edebilecek kadar cürretim olsa isterim, daha ne isterim. Zamanın korkusu üstümüze sindi çünkü, ve böyle böyle en derinden bağlandıklarımıza yeteri kadar saplanamadık. Bundan büyük rezalet mi olur? Can babanın ruhu şad olsun, yeterince rezil olamamanın rezaleti bu işte. Başka şey değil.

Güven (Büyük harfli)

Nerden başlasam bilmiyorum. Sözcükleri olduğu gibi kullanmayı hiç beceremedim, spontanelik benim gibiler için çok zor. Öyle bir an geldi ki hayatta, o anın sonrasında herşeyin otomatikman ortaya dökülmesi için gerekli güveni duyduğum zamanlar çok az oldu. Bu güveni biri(leri)ne duyduğumdaysa genelde kırıldım, döküldüm.

Yok, acıların çocuğu görüntüsü verecek değilim, acımaktan da acınmaktan da nefret ederim. Vicdan başka şeydir, acımak bambaşka. Ama işte güven’im böyle böyle yıllar geçtikçe boşa çıkınca, kırılınca, geriye eciş bücüş sözcüklerle eski güven duyabilme yetisini kazanmak için bayağı çabalaması gereken biri olarak kaldım.

Güven? Vedat Türkali solun, yani katıksız güveni birarada yaşatmak için çabalayan insanların, bir zamanların komünistlerinin kaybettiği şey olarak mı düşledi de romanının ismini “Güven” koymak gereği hissetti? Ne ilgisi var, demeyin. Mülkiyetten vazgeçebilen ve sadece bedenlerin ve ruhların birlikteliğini arzulayan ve bunun için mücadele eden adamın, kadının vazgeçemeyeceği şeydir güven. Onun suyu, ekmeği, güneşidir; biricik yaşam sebebidir.

O yüzden güven duygusunu yitirmek demek, en azından benim için kendime de güveni yitirmek anlamına gelir ki, bunun adı yalnızca felaket olabilir. Başkaları ne kadar takdir ederse etsin, sırtını ne kadar sıvazlarsa sıvazlasın, felaket işte böyle böyle o güveni kaybetmek suretiyle kendine olan ihanetten ileri gelir.

Yoksa bin türlü Judas var şu dünyada, seni arkandan hançerleyecek. Ama ya sen ta kendin sırf bir Judas yüzünden varlığın şenliğinden vazgeçersen, işte o zaman felaketin eşiğine gelmişsin demektir. Ki eşik dediysem de aklına öyle hemencecik uçurumdan aşağı düşeceğin filan da gelmesin. Çok daha kötüsü eşik hiç bitmeyecek bir ölüm anlamına gelir, yürürsün, yürürsün ve kendini hep uçurumun bir adım berisinde sanırsın. Sonsuz azap dedikleri böyle birşeydir işte. Sonsuza dek bitmeyecek bir endişe eşliğinde, suçluluğun bitmeyecek karanlık tünelinde yorgun, argın, çaresizsindir ama yürürsün. Yürürsün yine de. Bitmese de, hiç bitmeyeceğini bilsen de yol almadan yürürsün. Kafka’nın Dava’sının son kısmındaki kapıcı hikayesini bilenler ne dediğimi de anlıyorlardır. İşte bu kendi cehennem kapısını seçen adamın hikayesi gelince akıllara, Kafka’ya binlerce küfür düzesim, ana avrat gidesim gelir. Sadece ona mı, bir de onun kitaplarını yakmayan Max Brod adlı adama. Böyle kitaplar yazıldı mı bir daha akıldan çıkmaz işte. Yıllar yıllar geçti aradan ve sadece bir kez okumama rağmen bu kitaptaki ve bu adamın başka kitaplarındaki türlü türlü kısımların aklımdan çıkmaması neden olsun, yoksa. Ki ben, kafası beşyüzbin karış havada olan ben’in okudukları kısa bir sürede buharlaşır da havaya karışır normalde.

Nerden başlayacaktım? Öyle zor ki sayın okur. Sen sayın okur’sun, ama haşa ben sayın yazar filan değilim. En az senin kadar ben de okur’um yani, ama sadece parmakları böyle klavyeye gitmese yaşadığını hissetmeyecek kadar hissiz bir okurum ben, canına okunmuş okurum. Tarkovski de “sanat eserinin sanat eseri olmasının minimum koşulu ölüme meydan okumak”tır gibisinden birşeyler diyormuş ya, onun gibi birşey işte.

Yoksa ne derdim olsun yazmak, okumak. Hepsini unutmak için çabalamadım mı sanırsın? Olduğu gibi olmak için. Ama bu “olmak”lığı tanımlayamadım işte. “Tanımlamayıver de yaşa işte, bak böcekler de öyle yapıyor” demesi kolay tabii ama ben bu sokaktan saptım, tanımlanamayan cisimciklere isimcik takmadan edemiyorum. Misal bir adres arıyorsun ama en baştan yanlış sokağa sapmışsın. Sonrasını getirmek için ondan baştan başladığın oyunun kurallarına göre oynamaktan da başka çaren yok. Hiçbirşey yokmuş gibi yapamam, bu yüzden. Yapanları da yargılamasam da garipserim, ne yalan söyleyeyim. Aapayrı dünyaların zenginlik olabilmesi için girinti ve çıkıntıların birbirleriyle uyuşması gerekir en azından. Yoksa farklılıklarımız elbette zenginliğimiz. Yoksa geçmişimdeki ve şimdimdeki onca güzel insandan çok şey öğrendim, ve umut ediyorum ki, öğreneceğim. Yoksa gözüme farklı gelen her nesne ve kulağıma dokunan her farklı tını beni yeniden başka bir ben yapar. Korkarım yeri geldiğinde, açılamam öyle kayıtsız. Ama sonal amacımız bir ırmağa boylu boyunca karışmak, onunla birlikte akabilmek değilse nedir?

Sıktım yine, biliyorum. “Başlarım diyeceklerine senin” demekte haklısın ama ben de başlayacağım diyeceklerime. Az sonra, çok az sonra.