kendilikten kopuş

bir zaman geldi - ve artık kendi etrafımda dönen olayları dinlemekten, planlamaktan, fantazyalamaktan, yazmaktan vazgeçtim. okumaktan da... örneğin tezer özlü'nün belki tüm kitaplarını, ve hatta yeni açığa çıkan mektuplarını okudum. ama bir daha asla okumam. (komik olan tam da bunları yazarken, şimdi telefonumu çaldırdı kızkardeşim ve bayramda tezer özlü’nün aşiyan’daki mezarlığına gidelim, dedi. neden olmasın?)

bir insanın kendiyle yabancılaşmasından doğan sözcükleri yağdırması ve sadece ‘orada -kendinde-kalması’ beni etkilemiyor. önceden de başka bir yerde demiştim: iyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir! kendi sözcüklerim etkilemezken, bu noktada kendime tahammül edemezken daha,kendinn dışına çıkmadıkça edebiyatçının kralı ve kraliçesi gelse beni etkilemiyor. hatta zavallı buluyorum. bu zavallılığa kibir karışacak diye korkarım, yalnız. kibir değil küçümseme – belki geçmiş’teki kendime duyduğum sempatiyle karışmış bir küçümsemeden bahsediyorum. camus ilk kitabını pek beğenmezmiş: “yirmiiki yaşında bir insan yazar olamaz” diye gerekçelendirmiş bu beğenmezliği. bizim ülkenin yazar ve insan çevresinde bazılarımız hep yirmiiki yaşında kalmaya yemin etmiş... sempatik şeyler, kedi canlarını onların...

yazının estetiği çok iyi olabilir – ama bunu anlatış şekli, kendi ‘temel’ fantezisiyle kurduğu bağı ön plana almak daha birincil planda benim için artık. özellikle de yazan yazısıyla bunun dışına çıkamıyorsa. çok sevilen aslı erdoğan’ın romanları iyi örnektir bu dediğime. iyi bir edebi lafazanlığı ve duygusal iniş çıkışları iyi anlatan metinlerdir erdoğan’ınkiler ama yazının dinamiği bunun dışında bir yere de çıkamayacak durumdadır aynı zamanda. kendi kendine ‘hiç’ dokunmaz – belki de bir yazıyı özellikle de dokunmadığı yerlerinden tutup, öyle eleştiri süzgecinden geçirmeliyiz. bu tür metinlerdeki türlü lanetleri yazar kendine ‘dürüstçe’ giydiremiyor işte. kendine lanet etmesinden kastım bir mazoşistlik övgüsü asla değil. bu tür mazo edebi söylemler etkilidir ergen edebiyatında tabii, ama dediğim yazının dinamiğine dair bir lanet okuma, kendi diye koyduğunu yadsıma becerisi ve tarzı. artık kendi olmayan bir kendilik’e varacak bir kurgu. biraz da iyi örnekler verelim: tol’uyla ve har’ıyla murat uyurkulak bahsettiğim bu noktalarda çok daha iyi bir yazar kanımca.

dün sevgili arkadaşım, otuzundan sonra marksist olmuşsun dedi. haklı olabilir. gerçekten marx dediğim ve okumaya çalıştığım zamanlarda belki de marx'la ilgili aslında hiçbir ilişkim yoktu. üniversite yıllarında bir kızarkadaşım "marx'ın hizmetçisiyle yattığını duyduğumda, yıkıldım" demişti. marx'ı bu denli feodal bir yüceltime hiç tabii tutmadım, o kadar ileri gitmedim tabii, ama marx’ı da marx’ın yöntemiyle okumayı becermekte pek sakardım. zaman geçtikçe sosyalizmin gerçekten de öyle ebubekir'e, ömer'e, ali’ye, düldül’e, halk’a, önder’e filan bırakılamayacak denli yerel dışı, yeni, başka bir zihinsel altyapıya dayandığını daha iyi anlıyorum.

burada ‘pratik iş’i başka bir düzlemde gördüğümü söylemek isterim. elbette kendi motivasyonu benimkinden çok farklı olan öznelerle politik düzlemde biraraya gelirim – bu başka! ama burada pratik iş’le bunun gerekçesini ayırmak kanaatindeyim. bu pratik iş’e dayalı bir pragmatizme düşme riskinin sakıncasından bahsediyorum. birileri sizinle aynı şeyleri düşünmese de, onun motivasyonu dinsel de olsa mesela, eğer ortak akla ve iyiliğe uygunsa, biraraya gelmek ve dertleşmek gerekli ve güzeldir. ve fakat, ideolojik arkaplanda tortu bırakmayacak bir özenle yapılmalıdır bu.

politik iş'i elbette ortaklaşacağınız kesimlerle konjektüre uygun olarak yapmak durumundasınız, ama bu fikirsel kirliliği beraberinde getirmemeli. sert çizgilerle seküler ayrımlar, dindışı ayrımlar koyması gerektiren bir fikr eğer herhangi spesifik bir dinden örnekler vererek kendini rahatlatmaya çalışıyorsa bunda sorun vardır. brecht'in diyeceği gibi "eğer halkın problemleri var ise, o zaman değişitirilmesi gereken belki halk’ın ta kendisidir". bu denilen bir takım liberal tayfanın düşüneceği gibi yukarıdan bakma filan değildir - tam tersine "halk doğruyu söyler her zaman" diyip dalkavukluk yapmaktır yukarıdan bakmaya denk düşen.

halk diye bir tabuyla hakikatin üstünü örtmektir ki, buna da politik literatürde popülizm deniyor zaten. avrupa birliği reçeteleriyle hâl-i halk’ın iyileşeceğini düşünenler aslında sinsice de olsa halka yine birşeyleri dayatmakta değiller mi? ‘halk'a birşey ‘dayatma’dan politika olmaz - her demokrasi bir dayatmadır bu bakımdan. bunu varsaymak ‘dayatmak’ için bilinçli bir eylemi gerekçelendirmez, tam tersine varolanın bilgisini edinip, bundan yola çıkıp eylemi içine alır. burda liberallerin sıkça yaptığı gibi ‘dayatma’ (ya da diyelim diktatörlük) öyle gökten inmiş bir kavrammış gibi bir işleme tabii tutulmaz; bulunan tarihsel düzlemin içinde maddi aktörlerle ilişkisi içinde ele alınır, ve buradan bir politikoetik geliştirilir. ayrıntılar için bkz: tarihsel materyalizmin abc’si. bunu akılda tutsak, türkiye'deki politik denkleme burdan baksak, aslında altangillerin ikinci cumhuriyetçiliğinin birincisinin düşünce tarzından pek de ayrılmadığını, aslında şekil değiştirmiş bir dayatmacılığı göbeğinde barındırdığını göreceğiz, mesela.

bu post’u artık ülkeye dair güncel politik’liği düşünmek istemiyorum, sıkıcı geliyor diye karalayacaktım, ama iş liberallere kadar geldi, hay allah! neyse, diyeceğim yaş ilerliyor, yorgun demokratlığımızla birlikte. düşünecek başka problemler var: bıktım lan artık kürtlerinizden, türklerinizden, bombalarınızdan. böyle bir cümleyi üsluba uygun söylemek istedim aslında, ama olduğu gibi bırakalım. velhasılı kelam, işte yok artık güncel politik ya da birilerinin fantazisiyle kendini özdeşleştirebileceği satırlar... benden bu kadar.

0 comments: