amor fati

öyle kanepede uzanırken, birden bir tencere, tabak şıngırdaması duyulur. ya da banyodan kestiremediğin saçma sapan bir gürültü gelir kulağa. neyin düştüğünü anlamaya çalışırsın. tüm pencereler kapalıdır, herşey öyle yerli yerindeymiş görünüyorken, rüzgarın hışmı minimuma indirgenmişken, bu sese anlam veremezsin. gidersin bakarsın ne düşmüş, kırık dökük var mı diye meraklanıp. bilinmeyen bir kuvvet, herşey kımıltısızmış izlenimi veriyorken, varlığın o anlıksal süreci bir tokat gibi yüzüne çarpar. işte orda kabul edersin, pes dersin, sen kazandın dersin, tüm sorulara evet der geçersin. dünya üniversitesinin en kallavi dersi budur. tam olarak o sahnede kabadayı fırat, pencereye bakar, gözlerini kıstığında, kendisini vurmaya gelen adamları görür puslu gecede. tamam artık kavgayı bırakıyorum diyip elindeki silahı sevgilisine teslim eder. kavgayı bırakır. sokağa çıkar. ve çiğdem hiç beklemediği kurşun sesiyle sarsılır. düşen metalik tencere değil, bildiğin porselen tabaktır. zaman geri döndürülemez. tabak eski haline gelemez. kimse eskisi kimse olamaz.

homeostasi

Karanlık. İçine hiçbir ışığın sızamayacağı kadar. Aynı sözcüklerimizden arda kalan sessizlik gibi. Aynı gülegülelerimizin sonrasındaki hiçlikler gibi.

Vaaz verecek hali yok. Konuşacak hali yok. Masasının dibinde ağzı açık bir paket sigara. Aklına gelenlerin alakasızlığı kafasını zonklatıyor. Gelen tek ses televizyondan. Sarı kafalı civciv gibi bir kadın Brezilya devlet başkanıyla konuşuyor. Anlamıyor, tüm bu ticari, askeri anlaşmaları kafası almıyor. Tek bildiği bir şekilde evine gelen ekmekle bu anlaşmaların bir ilgisi olduğu. Devlet başkanının neye bağırdığını kafası almıyor.

Yıllardır kendisinin yüksek sesle savunduklarındaki tonsal şiddeti de anlamıyor. Yaşlandı da ondan mı... Bilmiyor. Eğer tek parmağını kaldırmak için bu denli zaman geçiyorsa yaşlanmış demektir. Bir yandan annesinin, "senin hep bir çocuk yanın var, ondan kurtulamazsın" dediğini hatırlıyor ama rahatlatmıyor bu sözler onu. İçinde kalacak zerrece çocuğun çok büyük zorluklara sebep olduğunu biliyor. Tecrübelerinden biliyor bunu. Yaşlanıyor, belli.

Herkes kaçıramayacakları fırsatları anlatıyor ağızlarından saçtıkları tükürüklere bulayıp. Aldıkları tiren biletlerinden, ve o tirenle gitmek istedikleri şehirlerden, sayısısız keşiflerden bahsediyorlar. Herkes sunulana şükranlarını sunuyor, ve her sofraya iştahlı oturuyor. Olan olmalıymış! Olması gereken olmuşmuş! Olacak olanı planlanmalıymış!

Kafası karışıyor. Tüm bu düzen içinde bir mikro düzen olarak varlığını devam ettiğini anımsıyor. Evini ve sokağı, ülkesini ve Afrikayı, okulunu ve süpermarketleri, hücre zarını ve beyin-kan bariyerini. Duvarlar tüm bu şaaşaya karşın hiç ama hiç yıkılmıyor. Bu yıkılmazlıktan bir dinamik yaratıp, açıklamalara girişmeyi anlamıyor. Midesi bulanıyor ve hala kusamadığına inanamıyor. Tüm küfürlere, canlı canlı yananlara, ihanetlere, her türden ikiyüzlülüğe rağmen bu dünya yıkılmıyor. Kendinin de bu dünya gibi hala ayakta durduğuna iyiden iyiye şaşırıyor. Herşeyin böyle yerli yerinde olması allak bullak ediyor iyice onu.

şemsiye

birkaç damladan kaçayım derken insanı sırılsıklam edebilecek yegane alet edevattır.

mind-body problem

yirmiüçocak ikibindokuz gecesi. henüz, otuz sonrası yaşamak lütfu bahşedilmemiş. finlandiyalı bir kadın, kahveyi azar azar, yavaşça içmeyi öğütlüyor. hoş olmak istiyorsan eğer. öyle bir denge tutturacaksın ki, hayat gibi işte kahve içmek de. ilk dakkalardaki sıcak olan kısım ağzını yakacak yakmasına ama ruh güzelliğine yarayacak, sonrasında diplerde kalan soğuk kahve ise tadı peki ideal olmasa da içildikçe vücut ve tene katkı sağlayacak.

der alte

anlatacak birşey var mı? bu akşam markete giderken, tam yanımda bir yaşlı adam düştü yere. gözlüğü bir tarafa fırladı, düşer düşmez zorlanarak da olsa eldivenlerini çıkarıp attı, zira kanlar içindeki ağzına yüzüne dokunmak eldivenleriyle olanaksız olmalıydı. bana almanca "beni kaldırır mısın arkadaş?" gibisinden birşeyler mırıldandı sanırım, acılar içinde çıkıyordu sesi. "birşey oldu mu?" filan gibi demek, rahatlatmak istedim, ama bir türlü almanca moduna da giremedim, ingilizce tek tük sözcükler çıktı sadece, adamınsa acısından yabancılığıma şaşıracak hali yoktu. kaldırmaya çalıştım.

ama sol elim sakat hala, ağrısı tam geçmedi. yine de herifin iniltileri artınca, daha bir acır oldum, tüm gücümle kollarından tutup çekmeye çalıştım, kalkar gibi oldu, ölmeye yakın bir akbaba gibi aniden inileyip, aşağıya bıraktı kendini. yan restorandan garsonun biri geldi yardıma, birlikte zorla kaldırabildik. garsonun almancası beni de rahatlattı, adamı yakındaki bir banka oturttuk. sonra ben yere bıraktığım kafaüstü açık şemsiyemin içindeki gözlüğünü ve eldivenlerini alıp, oturduğu banka, yanına koydum. kimseye bakmıyordu, bilinçsiz gibiydi. eldivenlerden ikisi de siyahtı siyah olmasına ama başka türdendiler. ayaklarına sağlı sollu farklı çoraplar geçirenleri biliyordum, ve hatta bunu benim de çamaşır sepetindeki çorap ayıklama zahmetine girmemek sebebiyle yaptığım çok olmuştur. ama eldivenlerin ayrıklığını daha bir garipsedim.

markete doğru yola koyuldum.

zilli

yaşlı bir kadının, mesela babaannemin gözünden bakınca, etrafta ne kadar yaşlı insan olduğunu anlıyorum sanırım. allah ömrünü uzun kılsın, ve nazardan saklasın, duyarlılığıyla, kurnazlığıyla, kafasından geçirdiğini anladığım türlü numaralarıyla, çocuksu entrikalarıyla, hikayeleriyle, söylediği türkülerle, oğlu-kızı olmadığı sürece sesi kısık müstehcen muhabbetlere bile girebilmesiyle, "keh keh keh"sırıtmalarıyla bu kadar mı hayat dolu olur bir babaanne?

babaannem sizin nineniz gibi bir melek değil, zaten nine filan diyerek de ona hiç seslenmedim. bildiğiniz bolca dayak yemiş, çevresindeki bazılarının burnundan da getirmiş, parayı da çok sevebilen, okula hiç gidemediği halde çok etraflıca hesap kitap işi yaparak beni hep şaşırtan, imkanı olsaydı matematik profu olabileceğine hiç de şaşırmayacağım bir kadın... günün birinde işte bu kadına sordum: "bu cennet-cehennem meselesi hakkında ne dersin?" "oğlum, allah'ı kandıracak halim yok, cenneti de cehennemi de burada yaşadım, yaşıyorum" dedi, ve ateş dolu cehennem, ırmak dolu cennet tezlerine hiç de pabuç bırakmadı.

ardından kardeşimi düşündüm. çevremde türlü türlü korkuları olan ama kendine "özgürlükçü" adı veren, liberal şarkılar söyleyen korkakları düşündüm. bin tane kitap okusa da, kendini bir ödüle ve cezaya bağlamaktan alıkoyamayan ahmakları, ahmaklığımızı düşündüm. zayıflıklarımızı, obsesyonlarımızı, tatminsizliğimizi, kanaatkarsızlığımızı, tereddütlerimizi düşündüm. kendine "ateist" diyen ve fakat bin tane tanrısı olduğunun farkında bile olmayan arkadaşlarımı düşündüm. babaannemi ve hakikati düşündüm.

uçuş bilinci

ben kaçıyorum.

bir dal uğurluyor çıplak kalmış baharda. kelimelerin rezilliğine sığınıp da... ilk günlerin çekincesini, yalnızlığını bilip de atıyorum yola. damağıma yapışmış yabancı diyarlardan kalmış küfürler... ve yabancı yüzlerin arasında heceleri karışmış yarım yamalak merhabalarımla kaçıyorum. boğazımda bir melodi, bir ıslıklasam kazılacak zihnime. kafatasım yuvasından çıkıp, bana bakacak, övünecek kendiyle.

inanıyor musunuz? akti takdirde, bakınız ansiklopedinin k harfli ciltine, resmen ve legalime dönüp bakmadan kaçıyorum. palyaçolara mendil sallamaya gidiyorum. en zehirli yüzleri içimde taşıyıp, ölmek mevsimine de kontenjanımdan hususi bir yer ayırmak gururuyla, gönüllü bir amele gibi sınıf bilinciyle kaçıyorum.

evime kaçıyorum. hiç çıkmadığım kendime.

his

şimdi ellerimi klavyeye dokunduruyorum ya. az sonra söyleyeceklerimi ben bile bilmiyorum. belki birkaç saçma sözcük çıkacak ağzımdan ve ben bunu bitlere döktükten sonra sanal ortama aktaracağım. anlamsız bir söz yığını olacak. ama neden ille de bir şey demek istediğimi ben bile bilmeyeceğim. içeriksiz bir form'a katılmak, onda ölmek, yokolmak, erimek hissinin nereden kaynaklandığı hiç bilmeyeceğim. bilmek de istemiyorum doğrusu...

az önce eve doğru yürürken ellerimi çeşit çeşit ağaçların dallarına, yapraklarına dokundurduğumu söylesem inanır mısınız? bir deli olduğum anlamına gelebilir bu, ya da sırf bir takım saçma anılar olsun da ne olursa olsun delisi, o denli boş bir adam olduğum gibi bir çıkarımda da bulunabilirsiniz. hakkınızdır. sadece sırf bu dokunmalar sayesinde, her tür ağaçtan aldığım hissiyatın farklı, bazılarının sert, dikenli ve acı verici olduğu, bazılarının yumuşacık ve sarı renkli yapraklara sahip olduğu ve daha da önemlisi benim bunun idrakında olmamın tek yolunun onlara dokunmaktan geçtiğiminin farkında olmam...

şu son elli günün büyük çoğunluğunda çok şeyden uzak durdum. çok sevdiğim sigaramdan, puromdan, içkiden, saçma sapan arkadaşlardan, uzak durmam gereken herkesten ve herşeyden. onların bazılarını dehşetle istedim gerçi, ve içki içilen mekanlarda neden içmediğimi anlatmak zorunda kaldım... "dine döndüm" diyip güldüm çoğu kez. dinden çıktım mı ki döneyim sanki? en çok kafama çakan da bu oldu zaten.

herşeyden ve gereksiz herşeyden. kendimden bile. kendimin en çok düşündüğünden, düşlediğimden, tasalandığımdan bile. suçluluklarımdan, sapkınca tutulduklarımdan, hepsinden uzak kalmak gibi bir dürtü doğdu içime. sebebini kelama dökmek öyle zor ki...

sanırım zor olmasının sebeplerinden biri de artık sözcüklerime, yazıda filan da değil günlük hayattaki sözcüklerime kendim dahil kimseyi inandıramıyor olmam olabilir. öyle sahte ve hissiyatsızdı ki sözcüklerim. yalanlar yalanları kovaladı, sırf birilerinin sevgisine erişebilirim, belki mucizeler olabilir umuduyla hissettiklerimi dışarı çıkarmaktan korkar oldum... mucizeler olur mu?

sonra korkuların hakimiyetinde hiçbir şeyin, süslü sözcüklerin, süslü gülümsemelerin aslında bir hiç olduğu dank etti kafamda. ama yine de bu "dank" kendimi buna kendimi inandırmaya yetmedi. öyle zor ki, kafanızdaki damarlardan sizi emen virüslerden kurtulmak... sadece irade değil, koskoca bir kuvvet de gerekli bunun için.

şimdi öylesine sarhoş bakabiliyorum ki... otuz yaşa yaklaşmam bile koymuyor bana... bu vesileyle yılın en taşşaklı blog cümleler dizisini sizlere duyurmaktan gurur duyarım: "kelimeleri iyi izleyin. sonra insanların bu kelimeleri aktarırkenki dudak hareketlerini. konuşurken elleriyle idare ediş şekillerini. gözlerini, izlediklerini, iyi izleyin. gözlerindeki korkuya iyice bakın. insanlarin birçoğu çok zavallı ve zavallı ve zavallı. ve kandırılmış. ve masum. ve hala bize birşeyler söylemeye çalışıyorlar. çok korktuklarını. içerde çığlık çığlığa olduklarını. delileştiklerini. yabancılaştıklarını. ve bunları, nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama tamamen farklı şekillerde söyleyebiliyorlar. bir sürü gereksiz, konuşmuş olmak için uydurulan muhabbetler ile. sessizlik korkuya işaret edebilir zira her an. bizi korkumuzla yüzleştirebilir hakikaten. gözlerindeki korkuyu saklamak için ne kadar uğraştıklarını bilemezsiniz. korkularını yenmek için ya da onları tanımak için bu kadar uğraşsalar kuşkusuz daha başarılı olurlardı. afedersiniz ama, sizlerden çok sıkıldım. kendimi feda ediyorum ve artık korkularıyla yüzleşemeyenlerle yüzleşmek istemiyorum. zavallılığınız bana bulaşıyor, kendimi birden çaresiz hissetmeye başlıyorum. sizlerden birine dönüşmeyi reddediyorum. siz de reddedin. siz diye hitap ettigim kitle, hasssiktirin diyoruz. mutsuzluğunuzun asıl sebebini görmedikçe ve kabul etmedikçe mutlu olmaya hakkınız yok. hassiktirin diyorum."

bu dehşet satırlardaki "mutluluk" sözcüğü benim için çok fazla, ondan son cümleleri hayatta sarfetmezdim belki ama sarfeden yazar arkadaşa selam olsun!

ah


"bu şehrin en cool insanıyla dün gece tanıştım. ama bil bakalım ne oldu? yarın berlin'e taşınıyormuş, god damn it! " dedi. bunu dediği anda yüzümü nasıl dökmüşsem artık, kireç gibi filan oldu mübarek. anlayamadım, ne diye böyle yaptım. çocuk muyum ben? kendimi bir halt mı zannediyorum?

işte aradan geçen birkaç milisaniyede yüzümün renginin değişimine engel olamayınca, bendeki renk atışının farkına varmış olacak ki, bir de "pardon pardon. bu şehrin en cool insanı olabilecekti belki o. ama senin varlığını hesaba katmayı unutmuşum" diye eklemez mi sonra allahsız kitapsız? ve bu gelen cümlelerin hemen ardından, yine taş çatlasa bir iki saniye sonra, yüzümde bu sefer ani bir tersinir değişim vukuu buldu elbet sayın seyirciler. sırıtık bir ifade kondurdum yani, tüm ekşiliğim tuzla buz oldu, anasını satayım. utan ulan utan! allahım neden? çocuk muyum ben, iki cümlecikle ruh halim türevi alınamayacak değişimler geçiriyor ve ben bunun dışa yansımasına engel bile olamıyorum! çocuk muyum ulan ben? söylesene!

ardından "görüyorsun togliatti, neredeyse senin kadar cool olabilecek insanlar bile var, şaşırtıcı değil mi?" diyince "evet gerçekten inanılmaz" diye karşılık verdim ben de, sırıtmaya devam ederek.

rakçılar ve filozoflar uzaylı değiller

erhan joe'dan aldım haberi: ee kaan abi de evlenmiş sonunda seçkin piriler adlı bir manken ablamızla. abinin gözaltı morlukları, belirgin torbacıkları, seçkin ablanın pek rüküş gelinliği, ağzım açık baktım fotoğrafa önce, ama sonra çok da garipsemedim.

yahu davul dengi mengine göre filan çalmıyor. dengimiz yok ki. biz bu hayatta dengimizi aramıyoruz. neşeliysek, neşeli ilgimizi çekiyor olmuyor her zaman. türkçe konuşuyorsak illa bir türkçe konuşan aramıyoruz. neyi garipsiyoruz.

rakçı abimizin "haberin yok ölüyorum" dediği hatunun seçkin abla olabileceğini sanmam. olsa olsa, "anlamadın ama o beni anladı" dediği harika şarkısındaki "o" kişi zamirinin imlediği, cümledeki ikinci kişi karakteri olabilir ancak. birinci karakter "iyidir, hoştur ve yokuştur; harbiden baya boştur" filan ama "anlayamaz".

bu ikinci kişi efendim, belki birincisi gibi "yarı-entel" ayaklarında değildir, belki komplike hayatı daha da komplike hale getirmez, belki kafasında arada şimşek gibi çakan üç beş alıntıya dayamaz hayatını, belki... ama anlayabilir. sizin gözlerinizdeki morlukları bir de knock-out olmakla arttırmak gibi bir niyetiniz varsa, kaan abiyi, ve hatta zizek'i eş seçimlerinden dolayı garipseyebilirsiniz ve hatta ayıplayabilirsiniz belki. saygılar...

ama bizim morluğumuz da, garipliğimiz de bize yeter ve artardır usta... ve kaan abiye de mutluluklar ömür boyu...

"ama yine de..."

bir gün daha geçti. kimle buluştum. neden. amacım neydi. kimlere gülümsedim, şaklabanlık yaptım. bir gülümsememden iş arkadaşım halimin çok iyi olduğuna karar kıldı. annem ve de eski sevgilim telefonda beni duyar duymaz, sesimin çok iyi geldiğini söylediler. sokakta kime sorsam herşey iyiydi, güzeldi, hava bile bahara çalıyordu. dindarlar iyilik yolunda yatıp kalkıyorlar, bilimciler insanlık yolunda giyiyorlardı beyaz üniformalarını, bloglarında yazanların her cümlesi "sevgili bilmemne" ile başlıyor, salya sümük sözcüklerden samimiyet akıtıyorlardı. okuyamıyorum bu türden olanları artık... midem kalkıyor.

kalktım, televizyonu açtım. uzaktan kumandam yok işte! ondan kalktım, düğmesine bastım diyorum. bir programda dendiğine göre daha geçenlerde fransa'da "le jeu de la mort" (ölüm oyunu) adında bir yarışma düzenliyorlar. "kurallara katiyen uyulacağına" dair bir kontrat imzalanıyor tabii yarışma öncesinde. ve kurallar, soruları bilemeyen diğer yarışmacılara elektrik akımı vermeyi içeriyor. öyle ki gerilim 400 volta kadar çıkarılabiliyor, ve yarışmacılar istemeye istemeye de olsa yanlış bilene "akımı vermekten" geri kalmıyorlar. tabii yarışmacılardan gizlenen verdiklerini sandıkları elektriğin aslında sahte olması ve elektrik verdiklerini sandıkları kişilerin de gerçekte yarışmacı filan olmayıp, acı rolünü çok iyi yapabilen aktörler olmaları... bu aktörler yarışmacılar her şalteri indirdiğinde elektrik verilmiş rolü yapıp, acı acı bağırıyorlar, çığlık atıyorlar. ama fransa'nın sıradan "hümanist" yarışmacılarından 80 tanesinin 60'ı o akımı vermekten hiç çekinmiyor. kontratta imzaladığı, yükümlü olduğu görevi yerine getirmekten imtina etmiyor. ama elektrik akımı vermeye niyet ettiği aktörün bağırışlarından sonra, çok "derin" üzüntülerini yüzlerine yansıtıyor, suçlulukla dolduruyor kendini, üzülmüş gibi yapıyor bile demiyorum, üzülüyor, ağlıyor hatta bazısı "ama yine de" karşısındaki insana 400 volt verecek şalteri indirmekten de geri kalmyor. "ama yine de" 5 kişiden 4'ü tüm bu bağırışlara, çağırışlara rağmen karşısındakine, hemen yanındakine basıyor akımı...

çağın insanının, modern olduğunu iddia edeninden tut; kıskançlığını, ezikliğini modernizme karşı çıkmak adı altında gösteren daha beter versiyonlarına kadar; Subway sandviçleri, süper market peynirleri kadar çeşit çeşit ama aynı kalıptan çıkma olan bu kalabalığın sevinç gözyaşlarına da, üzüntülerine de inanmak mümkün mü? bir litre gözyaşı akıtsanız acı duymuş olmuyorsunuz, bir ton "sevgili" diyince de sevgi dolu olmuyorsunuz. bir ahtapotun milyon tane kolundan birisiniz sadece...

silencio

tiyatroyu çoktan bırakmış ayyaş ve titrek bir oyuncunun yeniden sahneye adım atışındaki yabancılıkla çıkıyorum her sokağa. elime kağıt alsam aynı yadsıma... beğenilmek ya da tersi pek umrumda değil olsa da, yine de yazılanlar boşa gidecek diye korkuyorum. vaktinde cömertlikle söylediğim abartılı sözler dizisi dilimde eriyor; ve aslında bu, gerçekte yar diyip, kıyısına yaklaşmaktan çekinmediğim olası insanların önemsizliğinden değil asla. ama ya sözcükler karşılayamazsa... birkaç senedir bunu yazmak oldu derdim. yazamamayı yazmak. etrafımdaki nesneler iyice ağırlaştılar, etrafımda ve uzağımda en önemsediğim karakterler flulaştılar, kalem ağır geldi. fotoğraf makinem mesela, çok uzun zamandır deklanşörüne basmadım. makinemi hep çantama aldım uzaklara gittiğimde, alışkanlık belki, ya da çekilmeye değer birşey bulunur umudu, ama bir tek fotoğraf bile çekmedim. herhalde kosta rika'dan beri böyle, orada da yanımdakinin hatrına...

neden belgelemekten kaçınmak? neden bir perdeleme güdüsü?

aslında desibeli ne kadar yüksek bağırıyorsam, o denli sessizliklerimi saklıyor oluyorum. bunu kavradığımdan belki...