maruz bırakıldığın çoğu şeyin gereksizliği

yaş ilerledikçe insan aklından gereksiz yerler çalan, enerjisini tüketen ama içine işlemiş alışkanlıkları, rolleri silip atmak; en azından mümkün olabilecek en etkin şekilde süzgeçleyip çöpe göndermek istiyor.

sanırım dış dünyayı anlamaya çalışmanın, beynin buna adanmasının en güzel tarafı aile, güncel politika, dedikodu gibi dünyanın en gereksiz zırvalarının değerlerini sönümlendirmesi... eğer "neden?" ve "nasıl?" sürekli beynimde çan çan çınlıyorsa, tüm bu zorunlu olarak içine düştüğüm, fırlatıldığım contingent sorumlulukların, sembolik rollerin önemi de ikincilleşmeye başlıyor. bu sorular karşısında dinlerin de ulusların da aslında beni ilgilendiren tek yönleri olsa olsa tarih denen materyal insan ilişkileri bütünündeki yerinden başkaca da bir anlam ifade etmiyor.

elbette denebilir ki: bu ilişkiler bütünü bulunduğun çağa özgü olarak örneğin sen'in ben'im durumumu göbekten etkilemiyor mu? evet. evet ama ne önemi var? koskoca bir evren neden başıma bela diye düşünürken ben'im bile ne önemim var bu soruyu sorabilme yetisine haiz olmaktan başka?

bugün seminerde öğrencilerden biri bol bol sıçan beyinlerine batırılmış metaller gösterdi, durdu. o sıçanla senin arandaki yakınlık, inan legal ya da illegal bilmemne partisi, zart dini ve zırt ülkesiyle olan yakınlıktan çok daha fazla. memeliyiz hepimiz olum sonuçta.

Der Triumph der Religion

"L'Autre n'existe pas"

Bir süredir pek de kolay yazamıyorum. Yazmam da gerekmiyor zaten diyordum kendime. Şimdi buraya bu satırları karalamamın bir tek sebebi var: Dün yakın bir dostum birden umreye gideceğini söyledi. Söylediğine göre pek de turistik bir sebebi yoktu, herhalde Arabistan’ı gezmek niyetiyle gitmediği, “tövbe ediyorum” dediğinden anlaşılıyordu. Benden helallik istedi. Şaka olup olmadığını sordum. Şaka değil dedi. Hala inanamıyorum aslında. Bu dostum belki Tanrısız etiği her zaman tartışabildiğim en önemli aktörlerden biriydi, yol arkadaşımdı.

Ürperdim. Üzüldüm. Bu duyguyu çoğunuzun anlaması çok zor. Size “sevdiğim insan kansere yakalanmış olabilir” gibi birşey desem saçma bile gelecek, yüzde doksan oranında “din antipatisiyle” hatta düşmanlığıyla bile suçlanacağım. İnanın, umrumda değil nasıl gördüğünüz, nasıl baktığınız. Yok. Umrumda tabii ama hakikat elbette ki daha çok umrumda. Böylesi de özellikegünümüzde doğu toplumlarında pahalı birşey, evet. Hele bu konuda açıksanız. Herhanngi birine “Tanrıdan, bir büyük Ötekiden bağımsız bir etik ve duruş” çok önemli benim için, düşüncelerin oluşumunda da çok önemli deseniz “cool” görülmeyeceğiniz, hatta anlaşılmayacağınız kesin gibi. Sevdiğim dindar arkadaşların “Tolga sen Allah’a inanıyorsun, kesin öyle biliyorum ben” demelerini de hoşnutlukla karşılıyorum; kendi gözünde iyiliği Alah’a inanmakla eşliyor çünkü, o zaman böyle bir iltifata karşı gülümsemek dışında yapacak pek birşeyim yok. Artık Tanrının ölümünü ikame edecek bir Tanrı’ya inanmasınız bile “inanmış gibi yapmanız” beklenen bir şey sizden. Aksi halde tüm sempatiler kayıp gidebilir üzerinizden, şeytanlar tamtam dansları yapabilir karnınıza basarak.

Aslında eşim, akrabam, sıradan bir yakın arkadaşım olsaydı hiç umursamazdım zaten. Bir şeye inanmaya ihtiyacı olan insan gerçekten inanmalı kanımca. Çocukluğunuzdan beri sizi işgal eden bir parazite bağlı olduğunuzu düşünün; onun vücudunuzdan zart diye çekip alsalar, hayatınız son bile bulabilir. Bir Asyalı ya da Afrikalı laktoza bağışıklık geni na-mevcut olduğundan nasıl süt içemiyorsa, içse de krizler geçirip etrafa kusuyorsa; bir Çinli “Tanrısızlığı” hiç aklına bile getirmeden mutlu mesut yaşıyorken, Ortadoğulu ya da Amerikalı olarak sizin nevrozlarınız azabilir, suçlulukla kıvranıp, benliğinizi bile kaybedebilirsiniz. Bunun bilimsel, tarihsel sebepleri var.

Benim anlattığım insan başka. Hakikat yoldaşlığı çok başka bir şey. Bunu bilseniz, belki anlardınız beni.

Belki kimilerinin diyeceği gibi devrim bile bu topraklarda “Allahsız” yapılamaz. Özellikle Ortadoğunun bir kaderi olabiliir bu; evet devrimin sonuç olarak bir hikayeye ihtiyacı vardır, bir referans noktasına ve bu coğrafyada “bu noktayı Allah’la doldurmak”tan kolay ne var? Avama şirin görünmek, devrimci görünmek için bile gerek bu. Hikmet Kıvılcımlı’nın Eyüp konuşmasının bu derece övülmesi, İslami Asr-ı Saadet’in sosyalizmle eşleştirilmesi, sol teoloji yazılarının hızla pazarda çoğalması gibi bir sürü örnek Türkiye’de artık bu eğilimin iyice revaçta olduğunu kulağımıza fısıldayabilir belki.

Kendimi temize çekmiyorum. Bunun sorumlularından biri de benim. Özeleştiri yapmam gerektiği kesin. Sonuçta bir süredir bir tür yazı ve düşünce biçimi ile kafayı bozmuştum, benim Tanrı’m bir gidip bir geliyordu orada, onun varlık ve yokluğu üstüne düşünmek ve dillendirmek durumundaydım. Şu anda bunda cidden abarttığımı, yanlışlar yaptığımı düşünüyorum. Sebepleri var evet, şu anda söylemeye gerek olmayan bazı kişisel sebepler de var. Herşeyden önce büyük Ötekisiz eyleme geçebilme etiği kendine koskoca bir varoluşçu edebiyatı ve düşünceyi üzerine alıyordu kaçınılmaz olarak. Bu konular hakkında tefekkür eylemek, zikzaklar çizerek dini referanslar vermeyi de gerektiriyordu. Ya da İslam’ı doğru anlayabilmenin tek yolu “müslüman gibi olduğunu” hayal edebilmekti. Bahsettiğim arkadaşıma da demiştim: İslam tarihini anlamanın tek yolu, bir süreliğine onun bir parçasıymış gibi düşünerek olabilir, onun dışından değil.

Zira Tanrısız etik, esas olarak Tanrı yoktur demek de değil. Yokluktan ne anlıyoruz’a bağlı biraz da? Emin Reşah isimli müslüman blog yazarı bir defasında “müslümanı Allah haricinde herşeye ateist olan” olarak tanımlamıştı. Gayet hoş bir tanım. Aslında ateistin işi bunu sadece bir derece daha ileri götürmektir, tanım gereği “Allah da dahil herşeye ateist olmak”tır. Rasyonelist ateizm “bu şeylere ateist olmayı pek de dikkate almaz”, onun sürekli gevelediği yer Tanrı’nın varlığı / yokluğu üzerinedir. Varoluşçu ateist ise yeryüzünde tanrılaştırabilecek herşeye imansız olmak, düşünce ve eyleme yöntemine bunu temel alabilmek demektir. Başka bir deyimle: Varoluşçu ateist için rasyonalist ateist yeterince ateist değildir.

Matematikte bir kompleks sayının reel ve imajiner olmak üzere iki ayağı vardır; ve sayının şiddetine (ya da gücüne) her ikisinin de nesnel katkısı bulunur. Bir şey sırf imajiner, hayali diye “o yoktur” diyebilir miyiz? Mesela tüm nitelikleriyle eşit olan iki insan düşünelim, bunların tek farkı birinin İslam Tanrısına inanması diğerinin de inanmamaması olsun diyelim. Bu bile tek başına ikisi arasında muazzam bir fark yaratmıyor mu? Evet. En basitinden dindar olan sırf ona inandığından, sabah ne zaman kalkacağını bile ona göre ayarlıyor. Öyleyse hayali bile olsa Tanrı elbette vardır; hem de milyarlarca ve çeşit çeşit vardır. Burda “var” dediğimiz fiil farklı bir materyalist ontolojiyi gerektiriyor elbet. Dyelim daha yeni geliştirilen nesne-temelli ontoloji buna iyi bir aday olabilir: blogger ve felsefeci güzel insan Levi Bryant’a göre bir nesne başka bir nesne üzerinde fark yaratandır. Bu anlamda o nesne / obje “Harry Poter” da olsa, “Mc. Donald’s” da olsa “Allah” da olsa, “Yehova” da olsa vardır elbet. Tüm bunlar farklı nesneler, şeyler üzerinde koşullara bağlı olarak ayrı ayrı farklar yaratırlar.

Benim sembollik kimliğim de, diyelim Tolga ismiyle varlığım da böyle hayali değil midir aslında? Bundan ötürü eskiler, “hayatta sizi tanıyan son kişi ölene kadar yaşamaya devam edersiniz” derler. Çünkü ölseniz bile başkalarının hayatında fark yaratan “hayali” nesnesinizdir. Psikanalizde “ego” kendiniz hakkındaki bu imajiner hayalden başka nedir zaten?

Öyleyse hayali bir nesne reel düzlemde yoktur desek bile örneğin Lacan’ın tüm metinlerinde, seminerlerinde yaptığı gibi bolca dini gönderme yapılabilir ve yapılmalıdır da. (Artık bu yapılırken temkini elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum.) Hakiki Tanrısızlık ve materyalizm ancak dini ve tanrıyı kendi içinde tutarlı nesneler olarak ele alarak, toplumun yasalarını hakiki inceleme şansı bulabilir. Bu dediğime başta söylediğim bazı rasyonalist ateistlerin de kafası pek basmıyor ne yazık ki.

Seminerlerinde ve metinlerinde bolca dini referans kullanan Jacques Lacan, söylendiğine göre 1974 yılında Roma’da bir basın toplantısında kendisine “Din ve psikanaliz hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusu yöneltildiğinde, hemencecik “ya biri ya da diğeri” demiş. Bunun ardından gelen “O zaman savaşı kim kazanacak?” sorusunda ise affalamış, geriye çekilmiş ve “Din hiçbir zaman yenilmeyecek ve zafere ulaşacak. ” Biraz daha durakladıktan sonra da “psikanaliz için ise durum pek parlak değil, en iyi ihtimalle hayatta kalabilme savaşı verecek” diyivermiş.

Her neyse, ben Hakikat’e giden yolda yürüdüğüm yoldaşımı kaybedebilirim diye hala üzgünüm. Din’in geleceği konusunda ise Lacan kadar kötümser değilim, olmamak istiyorum. Umarım bana kötü bir şaka yapıyorsun sevgili arkadaşım.

The New Decalogue - Absolutely and Proudly Modernist

(kaynak: http://www.ebonmusings.org/atheism/new10c.html via The God Delusion, Richard Dawkins)

I) Kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.

II) Zarar vermekten hep kaçın.

III) İnsanlara, canlılara ve genel olarak dünyaya aşkla, dürüstlükle, inançla ve saygıyla yaklaş.

IV) Kötülüğü asla küçümseme ve adaleti sağla, ancak başkalarının dürüstçe pişman olduğu hatalarını da affetmeyi bil.

V) Neşe ve merak duygusuyla yaşa.

VI) Hep yeni şeyler öğrenmeye çalış.

VII) Herşeyi sına; fikirlerini gerçeklerle tart, eğer gerçeklere uygun değilse seni keyiflendirseler bile fikrini değiştirebil.

VIII) Sansürleme ya da başkalarının eleştirisinden kaçınma; seninle fikren uyuşmasalar bile başkalarının haklarına saygılı ol.

IX) Akıl ve tecrübelerine dayalı olarak özgün kanaatler edin; başkalarının seni körükörüne yönlendirmesine izin verme.

X) Herşeyi sorgula.

ölüm itkisi

bastırdığımızı sandığımız şeyler aslında bastırdığımız bir tek "şey"in ta kendisini bastırmak için uydurduğumuz mitlerden ibaret. kendimize anlattığımız dehşet müstehcen hikayeler eşliğinde bir puzzle alıyoruz, onu hemen bozuyor ve yeniden yapıyoruz. bozarken de yaparken de başarılarımıza, çuvallamalarımıza yanıp yakılıyor, ıslık çalıyor; kah ağlıyor kah gülüyoruz. vakitli vakitsiz sağa sola anlatacağımız yalancı bir geçmiş biriktiriyoruz böylelikle.

o puzzle'ın yapılmışı vardı halbuki en başta elimizde, ama neden bozduk? işte bu soruya cevap vermemek için herşeyi ama herşeyi yapmaya hazırız. kendi bozduğumuz puzzle'ı sırf bu soruyu unutmak için yapıp duruyoruz zaten.

Kürtler, Türkler ve Araplar

Paris


Quimper


Köln

Not: Fotoğraflar ve varlığı için prensese mil teşekkür.

Dekalog 1

"Seni esirlik evinden, Mısır yurdundan çıkaran efendin Allah'ım."

Bir gün sokakta bir köpek leşiyle karşılaştım. Kan içinde, parçalanmıştı. Titredim. Sahibi olduğunu sandığım adam bağırıyor, çağırıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı adamın. Sonradan öğrendim ki o adam bir dişçiymiş, bu köpeğiyle beraber uzun zamandır binanın birinci katındalarmış ama üçüncü kattaki muayenanesine yeni taşınmışlar. Köpekceğiz önceleri birinci kattaki pencereyi açık bulduğunda aşağı sokağa atlamayı pek severmiş. Üçüncü kata taşındığında bu özgürlükçü alışkanlığını dizginleyemeyip yine pencereden sokağa atlamak isteyince haliyle eceli onu kırmayıp, erkenden gelmiş.

Ben de çocukken bu köpek gibi sokağa gözüm kapalı atlamayı oyun edinmiştim kendime. Bulunduğum kat pek alçak olduğundan, olsa olsa en fazladan ayağımı incittim sadece, imdadıma da hızır diye yetişen biri oldu hep. Mesela annem. Ne var ki yıllar geçtikçe oturduğum yerin katları da doğru orantılı olarak yükseldi... artık değil ayak burkmak, atladığında bir yerlerini kırmak ve daha da fenası o köpek gibi paramparça olmak riski de yükseliyordu yıllar boyu çıktığım katlarla beraber.

Bu köpeğin sonundan kurtulmanın tek yolu bu sorunlu mahalleden çıkıp gitmekti. Evimden ta uzaklara fırlamak. Herşeyi unutmak , çok uzaklara ayak basmayı becermek ve şanlı biyografimde bir milada damga vurmak. Böylelikle yine istediğim kadar zıplayıp, oynayabilir; şımarıklığıma şımarıklık katabilirdim. Yeni topraklarda beni hiç kimse hırpalayamazdı, beni kimse tanıyamazdı. Bu yeni yurda varış bir nevi üst kattan bir üste çıktığınızda aniden kendinizi bodrum katında bulmak çılgınlığıdır. İlk zamanlar yepyeni bir şaşkınlığa düşmek durumuna gururla sarılırsınız. Hiç bir zaman sizin olmamış yurdunuzdan çıkınca ilk başlarda çok yabancılık çektiğiniz gurbet sokaklarına filmlerde gördüğünüz sarışın bir afete vurulurcasına belki önce çekingenlikle ama bir yandan da heyecanla yaklaşırsınız. Tüm eski kurallara, emirlere, telaşelere, sıkıntılara defterinizde koca bir sıfır çekersiniz. Yepyeni bir hayat, hiç tahmin edemeyeceğiniz sesler, renkler, tenler, diller... Hafızasızlık ve gönüllü yetimlik gibi bedelleri de ödediniz mi size verilecek hediye bu taptaze fırından henüz çıkmış keyifli boşluktur işte. Gül gibi boşluğunuz, aslan gibi hiçliğiniz hayırlı olsundur. Tüm bu bedelleri ödedikten sonra dilediği gibi eski güzel günlerdeki gibi ilk kattaki pencereden atlayıp da koşup oynayabilir insan.

Tek problem pencereden atlar atlamaz göreceği manzaranın hiç de o kafadaki ev imajıyla benzeşmediğidir. Bir kez ev elden alınmıştır, bir kez yeni, cazipliğini size sunar, sizi içine çeker, ve eski ile birlikte herşey toprağa gömülür. Yüksek katlarda pencereden atlayarak ölmek yerine içsel bir ölümü tercih etmişinizdir. Seçenekler pek de cazip değil: Reel ölüm ya da sembolik ölüm? İlkini seçip helvanızı yedirmektense, ikincisini seçip bir hayalet olarak pencereden sanal atlayışlar gerçekleştirmeyi yeğlersiniz. Bravo.

Ya hakikat? İşte bir de onu atamazsan kafandan hapı tümden yutmuşsundur. Bir dağa bir mağaraya bir okyanusa şiddetli bir ihtiyaç duyarsın... Zira çağ mekansızlığı gırtlağına dayamış da tam gebermenin imkansız olduğu bir acaip Rus ruleti oynuyordur seninle.

Teşhis basit aslında: “Farkındasın ama korkaksın”. Ya ilaç?

Köpekler gibi korkuyordum. Sonumun o köpek gibi olacağından köpekler gibi korkuyordum. Ama hakikat gölgesinde kaldıkça da yumruğum sıkılaşıyordu işte. Kime vuracağını bile bilemeden... Karşısına çıkacak rezil mahlukata vurup vuramayacağına emin olmaksızın, havada öyle asılı kalmış bir yumruk...

Zaman geçtikçe bir o yana bir bu yana salınırsın. Bulunduğun katın mertebesinin çok bir anlamı kalmaz. Ayağın altına altın asansörler salınsa, kim bilir beliki düğmeye basmaya bile üşenirsin. Sadece güvenli bir mekandı halbuki istediğin: dağ mağara okyanus.

Tüm arzular toz duman içinde dağılır gider de... belki can çıkmadan akıllanır, dağdan fısıldanan bin tane yasayı Hak’kın bir zerresine; vaadedilen “bin dermanı” o seni evinden çıkaran, kızdıran, kastre eden, yamultan, kirleten “derde” değişmezsin. Kucağında yurtsuzluğun, alır başını gidersin.


Baratrion: Zeyneb'e Mektub — Decalogue I

el cigarrito

Aradığın sadece bir zehir. Dolaşırken sakallı bir adam sokulur yanına. Para verir misin, der, kibarca. Paran yoksa gelecek ikinci soru da bellidir aslında: Ya sigara?

Para vermedim genelde. Kosta Rika'da "Estudiante", ABD'de "I am a goddamn student", Almanya'da "Ich bin ein student". Ama sigara istendiğinde, zehri paylaşmakta çok cömerttim.

İşte o sigara elde olmadığında, yerlerde izmarit arayanlar vardır. Ararken sevgilisi onu sever mi sevmez mi diye düşünen. Para bulur bulmaz sigara satın alıp, kavuştuğu tütünün hazzıyla herşeyi unutup yoluna devam edenler...

Victor Jara gibi adamlar gelir de, bunun türküsünü yapar. Dinleyince adamı sigarayı bıraktığına da bin pişman eder.


karanlığa dua

Yaşadıklarını bir saat sonra değerlendirince başka, bugün düşününce bambaşka. Dün sana aptalca gelen, dün sana geveze, dün düşününce gereksiz bir taşkınlıkmış, maskaralıkmış gibi gelen. Reddettiğin. Bir gün sonra kabullenmek zorunda kalıyorsun. Aptalca gelmesi, kendindeki korkuyu bastırmak için. Gereksiz taşkınkınlıklara verdiğin hükümler, senin şimdilerde pek de kaldıramadığın bu limitsiz enerji vaziyetleri, o enerjinin yoksunluğundan, yorgunluğundan ... Üzerinden nasıl atacağını bilemediğin yorgunluk. Yorgun.

Sözcükleri kaldıramaman, dün gece içten içe yeter artık diyip Türkçe konuşmak istemen de bundan. Bıraksan kendini varacağın yerden korkuyorsun, kendine ket vurmamış yaşamlara uzaktan uzağa imrenirken, o yaşamlara destanlar yazıp dururken, kendin bu çöl kuraklığından yanıp da kül olmayı yeğliyorsun. Jouissance. Müzik gibi akıp gitsen, hangi durağa çıkarsın. Bilemezsin. Bilmediğin bir yola çıkmak için, geceleri önce bir duaya başlıyorsun, sol göğsüne vurup: "Hüüü". Sonra Antoine Doinel misali ismini tekrarlayıp duruyorsun aynada beliren yüzüne karşı. Sen söylerken ismini, aynadaki daha yüksek sesle yankılıyor. Karşılıklı bu ismi tutturmuş, birbirinize bağırıyorsunuz. İsmini sonsuz kez tekrarlasanız sanki aynaya yansıyan ve sen bir bütün olacaksınız. Tüm parçalarınız biribirine giriftlenecek. Bir. Bütün.

Sabah kalkınca yine paramparçasın oysa. Sabah yine yorgun ve traşsız bir suratla, kahveye muhtaç bir zavallılıkla, günaydınlar dolu tümcelerle başladığın gösteri dünyasına devam. Sonra saat geçer. Biri soru sorar. Aklında dayanamadığın akışkanlığa, akışkanlıktaki kadına, dizginlenemeyen kadına, susuturulamayan ve durdurulamayan kadına bir bir döktüğün sözcükler. Bu dönüp duran koltuklar mı seni bu hale getirdi? Gökyüzünü sana yasak eden bilgisayar ekranının sahteliği mi? Dışarıda yağmurun bile yağıp yağmadığını bilmemen mi? Tütün bile içilmiyor, zehirleyemiyorum kimseyi. Sizler bireysiniz çünkü, ömrünüzden çalmak bağışlanamaz. Rahatsız olmayın. Ben dışarı çıkıp, merdivenlerden inip, püfür püfür çekeceğim şu köşe bucakta. Az ötede, yerde oturan adamlar açlık grevine başlamışlar, üst katında Amerikan ordusunun bulunduğu binanın yanıbaşında. Alt kattaysa bir Meksika restoranı ve restorandan gelen et kokuları, bir maç oynanıyormuş seyircisiz sahada, et kokularına karşı açlıktan mütevellit ağız kokuları.

Sonra bir durdurulamazlık var, bu kadınsı nemli havalarda. Ya bıraksam kendimi, gözlerim kapalı, kulaklarım tıkalı akşam karanlığına, bir ırmak boyu aksam da aksam sularına, söyleyin hangi yönde bulacağım kendimi, şu kendim olamayan kendimi, şu aynalarda çakışamayan kendimi, söyleyin Allah aşkına.

Not: Bu yazı 09.10.07'de yazılmış. Bugün aynaya bakıp, sapıtınca aklıma geldi. Karanlık arşivlerden çektim aldım.

Shitty Christmas

Üstad der ya hani “Düşün, uzay çağında bir ayağımız, ham çarık, kıl çorapta olsa da biri'' diye; ben o ilk ayak hakkında pek iyimser olamıyorum doğrusu. Ay’ı tapulayacak kadar aptal ve tiksindirici zamanlardayız. Tamam, uzay araştırmaları yapan bilimsel kurumlar kurup, bu işe milyon dolarlar yatırıp, “demokratik” ülkeler arasında sidik yarıştırıyoruz, hatta uzaya maymunlar bile gönderiyoruz. Mükemmel! Ama Mars’ta canlı avına çıkan büyük uzay çağımızda, hala volkan külleri yüzünden veyahut bir günlük kar yüzünden uçakları kaldıramamak ne acaip, değil mi?!

Evet sayın seyirciler, uzay çağında olan ayağımız beni memlekete bir günlük kar sebebiyle tekmelemeyi başaramadı.

Oysa üstüne titrediğim, geberdiğim prensesimle kucaklaşmak, atlıkarıncaya binmek, Frida Kahlo’nun bıyıklı resimlerine dantel bakışlar atmak, Bandista dinleyip bira köpüklerine gelmek benim de hakkımdı. Onun yerine ne oldu peki? Şöyle: Dünkü kardan beri “n’olur lan iptal olmasın uçak”, “bu kar bu gece dursun” diye içimden diledim; sabah kalktım bilmem kaç kez havayollarına telefon ettim, uçağın bir saat rötarlı da olsa kalkacağı haberleriyle umutlandım. Sabah “buzlanma” nedeniyle güzide şehrimizin hızlı mı hızlı tramvayları da çalışmaz haldeydi; nasıl havaalanına gideceğim diye kara kara düşünürken, orada “taksi tutmakta olduğunu gördüğüm üç beş insanın ortasına atladım”, cebimde bozuk para yoktu. Tren istasyonunda iner inmez elimdeki yetmiş senti sıyahi kızcağızın eline tutuşturup, “abla valla bozuk bu kadar” diyerek ve utanarak valizleri sürükleye sürükleye koşar adımlarla istasyon yol aldım. Evet sayın seyirciler, tam ilk trene bindim ki, bir Almanca anons başladı, en sonunda bu anonsun “havaalanına gidemiyoruz, bir sonrakine binin” mealinde olduğunu idrak edebildim. Siz bir dili hiç konuşamadan onu anlamak zorunda kalmanın ne olduğu bilir misiniz sayın seyirciler?

İnsan zorda kalırsa, götü sıkışırsa herşeyi anlar.

Neyse, bu şanssızlık üstüne, havaalanına geldiğimde, gişedeki hanfendinin bana “uçuşlar iptal” demesi... Koydu mu bilmiyorum? Önce söylendim tabii, nasıl iptal, ben bugün İstanbul’a gitmek zorundayım, öyle şey olmaz derken, direkt “bilet ofisine” yollandım. Baktm ki benim homurdanmam, şanlı milletimin bağrış, çağrış, zırlayış ve ağlayışları karşısında bir hiç’miş. Ondan sonra da sus pus olup, Türk hava yolları sayın yetkilileri ve vatandaşlarımız arasında geçen heyecanlı konuşmaları dinlemeyi tercih ettim. Şaşkındım, şoktaydım, öylece kalakaldım. Neyse sonunda yatışan milletimiz, bilet değiştirmek için bir kuyruk mücadelesine girişti. Övünerek söylüyorum, ben bir saat sessiz sessiz dururken, onlarca insan arasından üçincü sıraya sinsice girmeyi başardım. Hehehe.

Bu başarı yine de bir kırkbeş dakika kuyrukta beklememe, yandan gelen siyahi bir abiyle sıramı vermeme mücadelesine engel olmadı. Milletin öfkesine rağmen çaldığı ıslıkla kendi keyfinden ödün vermeyen bilet gişesindeki kardeşimizin bana ilk sorusu “Türk müsün?” oldu. Cevaplaması ne kadar da zor... Hayır ben bir komünistim, demeyi çok isterdim sayın seyirciler. Fakat “Evet, niye benzetemedin mi?” diye bir soruyla kaşılık verebildim sadece. O da “yok valla hiç belli olmuyor” diyiverdi. Sanırım belki sessizliğim, belki de şok olmaktan kaynaklı Avrupai donukluğum, belki uzun saçlarım, kim bilir neden? Her ne ise Türk oğluna benzenmemiş olmayı çok da yadırgamadım. Ne bok olduğumu bir bilebilsem!

Sonrasında kar yüzünden tramvayların durmasından sebep uzun uzun dona dona valizlerim eşliğinde yürümemi, geldikten sonra buzdolabımın iflas edişinin içindeki tereyağın erimesiyle farkına varışımı anlatmaya gerek duymayacağım. Zira bu ara lanetler üzerimde dolaşıyor, uzay çağında olsa da bir ayağımız.

Bana kalırsa, bu uzay çağı, bu aslında asla tahmin edemeyeceğimiz bir sürü şeyin her zaman olma ihtimali ile dolmuş, kudurmuş beynimizi sinirbilim filan düzeltemez beyler, bayanlar. Ne kadar i-phone, ne kadar email, ne kadar pornogrofik tumblr imajı, ne kadar uyduruk Adnan ve Cüppeli Ahmet hoca videosu, ne kadar oyuncak, ne kadar GPS, ne kadar cep telefonu olursa o kadar sakatlanıyoruz işte. O koca tüketim dünyasının içine zerkettikleriyle, artık dış dünyadaki olasılıkları içsel dünyamızda hesaplamak, tahmin etmekten yoruluyor beynimiz, kafayı yiyor. Aburcubur, stresli, anksiyete dolu, korkak mahlukatlara her geçen gün daha da çok benziyoruz işte.

Kararım kesin: Yakında öyle sağlam oturacağım ki yerime, kimse beni uçuramayacak...

İşte böyle boktan bir Noel, Christmas, Weihnacht gecesi bu şehirde yalnız ve tutsak kaldım. Acıların çocuğu olarak koca karda bir tek kendi ayak izlerimi gördüm. Bilir misiniz, Noel sizin reklamlarda gördüğünüz mutlu aile – arkadaş resimlerinden çok başka birşeydir birçoğumuz için: Telefoncu ve internetçideki Hintli, Çinlidir; aynı kafede o akşam da karşılaşınca yalnızlıklarından utanıp birbirini görmezden gelen iki tanıdıktır Noel; karda kışta bir kamyonette hotdog satmaya çalışan Ortadoğuludur; havaalanında gece Mc.Donalds’ta hamburger siparişleri alan kolu dövmeli esmer kızdır; o gece sizin bulaşıklarınızı yıkayan, sizin çöplerinizden işine yarar birşey bulmaya çalışan Afrikalıdır; gece boyu taksi çalıştıran Türklük bilinciyle kuşanmış Lazdır. Noel o bildiğiniz beyaz Avrupalı’dan çok başka bir şey olmuştur artık.

Velhasılıkelam, bu yalnız ve karlı Noel gecesinde tek söyleyebileceğim şu: O kopardığınız, sonra süslediğiniz çam ağaçlarınız bir yerlerinize girsin de çıkmasın.

çağımızın anlam ve önemi

herşey başdöndürücü bir hızla. geri alıyorum. başlar bile dönmüyor. başımı elime alıyorum. başım ağrıyor.

herşey tanımlanamayacak durumda. uzaktan bir rüzgar silkeliyor. tanrılar birbiriyle acımasız rekabette. tüm tercihler ayrık ve bireye özgü ama bir türlü karar alınamıyor. bir türlü ayakta durulamıyor. başlar mı dönüyor yoksa ölüler mi sarmış ortalığı?

hep gülümsüyor kalabalık. sırıtıyor yan taraftaki kadın, okşuyor elleriyle yanıbaşını, şefkatli vücudunu karşılıksız teslim ediyor kalabalığa. ana sokaklar mağazalarla aydınlık, gecenin ikisinde bile duble espresso içilecek bir uykuya yatmış şehir, ara sokaklarda ağır ot kokusu, ağır içki ve kusmuk rengi. bilgisayarlar heryerde. bilgisayarsız biri özürlünün daniskası bikere.

anlamıyorum. bu olanları anlamıyorum. bir sene önceki, hatta üç ay önceki hallerin böyle farkındalığı. aklım başıma mı gelmiyor. aklım neden başımda olmalı. neden bu dünyanın benim yüzüme, mimiklerime, kıvrımlarıma diktiği sınırlarda kalmalı. sınırdan bir kez çıkan geri dönemez. bir uzay boşluğuna sığdırılmış koskoca bir varlık var. anlattıkça ufalan anlamın kuşattığı. bizler.

herşeyin hızı dediğimiz esasında bir tür ayakkabıdır. çoraplarınız olsa da olmasa da, başparmağınıza güvenmeli, serçe parmağınızı sempatikleştirmeli, koksa da koskmasa da o ayağı ona uydurmalısınız. görev insanı böyledir. her anda her koşulda kendini o duruma uyarlar. dünyanın döngüsüne gönülden yardım eden, her daim işe yarayan, sonsuz bir bağışçıdır o. takdir edilir, gıptayla bakılır. özellikle ayaklarından bahsedenler, onu kıskananlar pek çoktur. bunlar da olmasa nolurdu halimiz. bitmiştik. yani kafamızı altına sokacak bir çatıyı geçtim bir kere, ekmek bile bulabilir miydik sanki. aç kalırdık. susuzluktan büzüşürdük, osmoza tabii olurduk kesin. biz onlara özellikle de ayaklarına çok şeyler borçluyuz. napsak netsek ödeyemeyiz.

tüm dünyaya bir de yukardan bakmayı deneyin ey ahali. ne kadar da çiplere benziyoruz, su katılmamış devreler gibiyiz. baktıkça kafam karışıyor, şaşakalıyorum, kimin kondansatörü kimin endüktansının cebinde? anlamak namümkün. söyleyin, haksız mıyım?

sarıyer blues

tüm dünyayı dolaşıyordu hayalet. ve sarıyer'de meçhul bir ceset bulunuyordu. ana sayfalarda dolaşan hayalet sözcüklerimize daldı. onun kokusunu alan insanlık hep birden alkışlarla ellerini patlattı. sarıyer'de biri ustaca katledildi. ankara'da kararlar alındı ve çekirdekler fıstıklar eşliğinde çokça tartışıldı gündem. kimin aklına gelirdi, taksim kafeleri bolca nemalandı bu olanlardan.

demokrasiymiş hürriyetmiş sarıyer'deki adamın bu işlerle ilgisi kalmadı. kıyıya çekildiğinde içine su dolmuş bir sıçanı karşılar gibi karşıladılar balıkçıdan çıkanlar. üstüne rakı geğirdiler cesedin, ve dergi boyutunda bir gazeteyle kaplamak uğraşına girdiler. cesedin kapatılamayan gözlerindeki gülümsemesi tıp demiş burnundan düşmüştü, fiyakalı bir kapak güzeliyidin, o an sayfaları toplayıp gitmeyen bir gemi yerine kafana uygun bir şapka yapasım geldi. cesede saygısızlıktan birkaç yıl yemeyi benimki yemedi ancak, vazgeçtim.

ne diyordum, sarıyer'in tüm balık restoranları biraraya gelse ve benim en birinci süper ligimde top oynasalar seninle başedemez, hepsi küme düşerlerdi. ne anlam ifade eder şimdi bu dediklerim . olsun, pazarda domates seçerken çok da düşünmezsin işte, çürük kontrolü yaparsın belki elceğizinle. yanında şafii bir pazarcı kötü gözlerini diker üstüne ama abdest kaçar diye de dokunamaz sana. bir ben dokunsam diye türküler yakarım, elin afrikalısıyla dertleşip akraba çıkarım, yollarım peki nerelere çıkar? pazarcı bu ülkede bir türlü teşhis edilemeyen bir dilde, gırtlağına abanır da bir küfür sallar. o amcaoğlu gibi otobüs şöförü olamadığına yanadursun, ben de yanarım işte belki otuzumdan sonra sarıyer'de bir börekçide iyice tıkındıktan sonra geberememek bahtsızlığına. hiç derdim yokmuş da, her yerime rahatlık batar, böyle şımarık yazılar yazarım. işim yok gücüm yok o adam sarıyer'de ölmezden önce ne yer ne düşünür diye kafama takıp teselli bulurum.

l'enfer, c'est les autres

dünyanın en acaip duygularına girdiğiniz anlar, bir insan evladına gülegüle, hadi canım gömdüm, hoşçakal, astalavista, çav bebek dedikten sonra onunla daha beş dakka geçmeden "şans" eseri yeniden karşılaştığınız zamanlardır. o vatandaşın yükü "gülegüle" ile birlikte henüz kafadan silinmişken, bir ötekinden daha kurtuldum işte diye bilinçdışınız içten içe bayram ediyorken, onunla böyle çabucak beklenmedik şekilde karşılaşmanız afallatır. ne yapacağınızı bilemezsiniz, manasızca sırıtırsınız en belki, "hadi çabuk git, benden çok uzaklara fırla" diye dilersiniz içinizden. o gidene kadar bir tatsızlık hortumu sizi avucuna alıp, döndürür durur. modern insanın günaydını, iyi akşamları, nasılsını, merhabası, pardonu, afedersini hep böyle aradaki kilometrelerce mesafeyle varolan yabancılığa kondurulmuş gülünç süs eşyalarıdır. turşu kadar tatsız, acur kadar tuzsuzdur. hiçbiri sessiz bir eyvallahın bir tırnağı etmezler.