Tavuk 1, Lavuk 0

Kendimi attım. Dönerci yoluna. Artık dönerciler arkadaşlarım. Bir de yerini yurdunu çok seven, konuşunca yüzü kızaran, çekingen, Milka-sever sarışın kızlar. Bir de kafasında saç baş kalmamış matematikçiler. Böyle güzel teorik insan evlatları dans eylemine girmek istemiyorlar. Bana da salık veriyorlar: “Dans etmek zorunda değilsin!”


Adam diyor, senin kafa bozuk, aynı benimki gibi. Benim kafa bozukken diyor, ben dans filan etmem. Yani tabii bunları demiyor gecenin bir yarısında, zaten o sarhoş kafayla ben de bir halt anlamam bunları dese. Ama gözlerini dikiyor, yüzünde bir sırıtma, “dans etmek zorunda değilsin”. Tüm bu duruş, bu gülümseme, bu matematik kafası sırf bu cümleyle beni ikaz ediyor işte.


Onun kafada saç kalmamış ama benimki daha beter. Saçlar uzun ama akıl kısa, işte. Böyle mi diyordu atalarımız? Neyse, ben aldırmayıp dans ediyorum. Ama bizim matematikçinin haklı olduğu ancak yarım saat sonra aklıma geliyor. Hiç gerek yoktu dansa, ona buna ilişmeye halbuki. Kafamın bozukluğunu bile yaşayamıyorum.


Ne diyordum. Ha işte. Kendimi dönerci yoluna attım. Yani dönerci bahane, günlerdir midemiz tavuk döneri oldu zaten. Ne idüğü belirsiz bir hayvandan imal “et” döneri yerine tavuğu her daim tercih ederim. Nitekim, ne idüğü belirsiz bile olsa tavuk, tavuktur; lavuk da lavuktur.


İşte dönerciye gidiyorum. Yine memleketten giriyoruz, ta amerikalara kadar çıkıyoruz. Kinaye ediyoruz. Küfür ediyoruz. Milliyetçilerin, dincilerin, trafiğin, krizin allah belasını versin diyoruz. Ama yine de seviyoruz. Yine de özlediğimizi belirten yarım ağız bir cümlecikle bitiriyoruz diyaloğumuzu. Cümle kurmayı kendimize yediremiyoruz. Zira, bir insan evladı tavuk döner yerken, bir de yaptığı lavukluğa dair öznesi nesnesi zarfı eylemi tam teşeküllü bir cümle kurmak gibi bir duruma girmek istemez. Lavukluğun da bir limiti vardır.


Sonra telefoncuya gidiyorum. O da kaçmış. Iraklı Kürt, Türkçe biliyor, Nevşehir’de geçirmiş onca zaman garsonlukta. Sonra karşıma başı tülbentli, Anadolulu temizlikçi bir abla çıkıyor, yüzüme bakıyor: “Sen Türk müsün?” “Ha, evet sayılır” diyorum. “Ee güzelim, ne diye konuşmadın onca gündür benimle o zaman?”


Utanıyorum, gark ediyorum, gurk ediyorum. Türkiyeli olduğunuzu anlamadım demeye getiriyorum ama bu fazla aptalca bir yalan gibi geldiğinden, sözümü hemen orda geri alıyorum. Tam buradan nasıl kaçarım diye planlar kurarken Aksaraylı olduğunu öğrendiğim ablam “bir yolunu bul da burda kal, kapağı at” diyor. Bu noktada ben çokça gülüyorum. Tabii bu gülüş içimde gerçekleşiyor, ufak bir sırıtışla kafamı sallayabiliyorum. Bir yolunu bulup da nasıl kaçacam, sen ordan haber ver, diyemiyorum. Desem ne o beni anlayacak, ne ben onu.


Önce kendi lavukluğumu anlamaya karar verip, histeriyi tam burada kesiyorum.


0 comments: