Showing posts with label line of flight. Show all posts
Showing posts with label line of flight. Show all posts

yazıya dair

Yazmak en baştan yasaklanmış öznenin ($) kendi üstüne çizik atmaya cüret etmesi demektir. Eğer çokça denildiği üzere yazmak (writing) aslında yeniden yazmaksa (rewriting), bu durumda çizikler üstüne çiziklerle dolu bir öznel varoluşu göze alıyoruzdur. Bu yazıdan ‘ben’ kadar ‘sen’ de sorumludur. Bundan yazar ve yazdıkları ayrıklaşır: Yazarın kendi yazdığına dair söylediklerini yazının ne’liğine dair bir kıstas olarak alamayız. İyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir. Yazar artık sadece kovulduğu dış dünyadan ona aracılık yapabilmeye muktedirdir.

Yazmak, yeniden yazmaksa eğer, sürekli bir fark ortaya koyabilme huzursuzluğunu kendine dert eder durur. Bu dert onun motorudur aynı zamanda. Fark, yazarın bulunduğu koordinattan kaçmak ya da uçmak için sürekli bir memnuniyetsizliği araç ederek oluşturduğu, farkedilmeyecek sonsuz küçük izlerdir. Bu minik darbeler her yazıda raslantısalsa da, biriken yazılar toplamı yoluyla bir karakteri ayırdetmek gibi bir umudu da içlerinde taşırlar sonuçta. Böylece memnuniyetsizlik kendini ortaya koyma şansı bulacak, ötekini yadsırken kendini de yadsıyacak ve hiç bilmediği bir evrene gireceği umuduyla yaşam enerjisini sağlayacaktır. Bir şarkı ya da ezberlenmiş bir dua ağzımızdan çıktığında “akılsız”ca kendini tekrar eder ve böylelikle dinleyene de söyleyene de haz verir. (Ya da daha doğrusu ‘gaz’ verir.) Çünkü hazzın zerrece aklı olmaz; o, akla en yakın mesafedeki akılsızlıktır. Haz, aklın son kertede akılsızlığa aktığı noktada fışkırır.

Yazı, mikro ölçekte akılsızca evrilerek kendini idame ettiren sürecin bir parçasıdır işte. Her akılsız kelime çıkarımından sonra, yazar kendinin günün sonunda değişeceğine iman eder. O yüzden usta bir nişancıyı taklit edercesine tek gözünü kapatır da yazar. Her yere dikkat kesildiğinde aslında gidecek hiçbir yeri yoktur çünkü, bundan tek yapabileceği dışavurduğu akılsız bir söz’le yaşamın aptal kutsiyetine yaraşır olmaktan ibrarettir.

Bana güvenme bu sefer, hatta birlikte güvenmeyelim

If I say I love you, you don't understand. And if I say I hate you, you still don't understand. You don't understand that I want you, that I need you. Do you understand? No.


Sembolik kastrasyon diye birşey var: Size atfedilen şeylerin “siz”in kendi imgesel özdeşleşmenizle çakışmaması sonucu gerçekleşen durum diye tarif edilebilir kısaca. Size sembolikte atfedilen güç’ün işaret ettiği herhangi birşey olabilir, mesela mesleki ünvanınız olabilir bu dediğim...

Ama genelde sembolikte verilen şey asla bir özü karşılayamayacağindan, size atfedilen herşey bir yükü beraberinde getirir. Belki fallusun aslında eksik’in göstereni olmasının sebebi de budur.

Bugünlerde bu sembolik kastre ediminin dik alasını yaşamaktayım. Bu da bir gücün kölesi olduğumun sürekli kafamda dolaşması demek, özgür olmadığımın bana sürekli hatırlatılması demek.... Sürekli Öteki ve öteki ikilemini yaşıyorum bu babda: öteki’yle girişilen bir etkileşim olmadıkça hiçbir yolun alınması mümkün değil ama öte yandan etkileşimin Öteki’ne bağlı olmadan yapılması koşuluyla. Bu da çok zor. Kayıtsızlık bir işe yaramıyor, ya da daha doğrusu kayıtsızlığın kime / kimlere karşı gerçekleştirildiği bu konuda hangi yönde adım attığınızı gösteriyor: Bu anlamda sembolik kastrasyon, kişinin kendi kabulüyle başlıyor. Ya da Lacan’ın verdiği örnekteki gibi kişi kendisine silahını doğrultan hırsızın şu sorusuna cevap vermek durumunda kalıyor: “Ya paran ya canın!”

Biz canımız bizde kalsın diye cebimizdeki paranın tümünü çıkarıp soyguncuya veriyoruz, hayatta kalmamızın ve “paran mı canın mı” ikilemini yaşamamızın yegane yolu parayı vermeyi kabul etmekten geçiyor. Parayı verince yaşamımızı da devam ettirebiliyoruz çünkü. Kojeve’in Hegel derslerinde bunlar köle-efendi diyalektiği babında detaylıca veriliyor zaten. Amacım ne Lacan ne de Kojeve’i yeniden tekrarlamak... Sadece sembolik kastrasyonun kendisinin koyduğu engelin nasıl aşılabilir sorusunu yeniden sormak...

“Süpersin Togliatti, sana güveniyorum, sen yaparsın biliyorum, sen her türlü engeli aştın, bunu da aşarsın” gibisinden arkadaşça görünen lafızlar bile sembolik kastre etme işlevi görebilir. Bu güvenin kendisindeki eksik, aslında birlikte yapmaklığı maskelemekten kaynaklı... Bundan “Öteki’ne bağlı olmadan bunu birlikte yapabiliriz”i dıştalayan herhangi bir desteğin kastre ediciliği gözardı edilemiyor.

Bu durumda ortaya şu an’ın problemini birlikte koyabilecek ve sadece problemi geçmişle bağdaştırmakla kalmayıp bir gelecek kurgusu üzerine iz düşüremeyen her adım, yenilgiye uğrayacaktır. Demek ki geçmişten yaratılan melankoli ya da şimdi’den kaynaklı sembolik özelik köle olmayı destekliyor, onu eleştirir görünümü altında bile yeniden ve yeniden üretiyor: Kölelik, kendini irdelerken bunu yıkabilecek “çoklu” ve zengin bir gelecek ütopyasını önüne koymak ve kendisine atfedilen sembolleri teker teker kırmak ve kalan boşlukları kendi yarattıklarıyla doldurmak zorunda. Buradaki “kendi” bir ben ya da ona eşdeğer bir ötekinin birlikteliği yani bir “ben ve sen” değil elbet. Ben’in ve sen’in aslında radikal farklılığından kaynaklı ortaya çıkan başka şey, ya da ben'in ve sen'in biraradalığının “imkansızlığından” kaynaklı yaratılabilen imkan...