And... The end...

Kapattığım her blogda öyle böyle bir kapanış yazısı oldu genelde. Bunda da olsun madem. Bir iki güne kalmaz, bu sayfaları silmiş ya da dışarından izlenmesini engellemiş olacağım.

Karanlık, eğer bir direnişin izdüşümü olamıyorsa bir anlam ifade etmez. Dücane Cündioğlu diyordu, "karamsarım ama kötümser asla" diye. Bendeki karanlığın yansıyabildikleri oldu genelde yazdıklarım; çoğu zaman ruh halimin spontane dışavurumu oldu, hesapsız ve kitapsız... Ama en karanlık cümlede bile, kötümserlikten uzak bir neşe'yi kendime kılavuz edinegeldim. Yaşamda da böyle, umutsuz olmaya hakkım yok diye düşündüm, düşünüyorum. Herşeyi sıfır'a götürebilme güdüsünü omuzlarında taşımak bile aslında şu "sistemli" dünyaya karşı bir umuttur.

Nihayetinde öyle çıkmaz bir sokak da yok ölümden başka ve ölüm de 6 yıl evvelki gibi korkunç gelmiyor bana. Yokluğu eskiyle karşılaştırınca gayetle kanıksayabilmiş durumdayım.

Karanlık yeterince zifiri hala, bunda bir değişiklik yok. Ama artık elim de gitmiyor "estetiğe" öyle çalakalem- etrafa dediğim gibi artık trajedinin de bir anlamı kalmadı. Memleket sağından soluna trajedi dolu, kaybetmişlik dolu... "Devrim vaktiyle bir ihtimaldi" cümleleriyle başlayan kitaplar yazabiliyoruz ancak - ve ben hala ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum. Ama nasıl bir devrim? Düşünce de tek başına zaten tutunabildiğim en kuvvetli dal olageldi, düş-ün-ceye tutunabilirken yalnız bile kalsam, aslanlara kaplanlara öyle kolay da yem olmam gibi geliyor. 

Trajediden bir çözüme çıkamayacaksam yazı da yazmayacağım, susmak yeğdir diyorum şimdi. Aslında bundan 6-7 sene evvel, blog tutma macerasında bize garkedilen trajedi zehrinden çıkmanın bir yolu olarak, "birliktelik" amaçlı çıkmıştım: İlk bloga "Çarpım Tablosu" demem de hep bundandı, birlikte çarpılmak ve çırpılmak için. Çünkü en bağımsız "ben" bile hep bir ötekiyle birlikte varolduğunda anlamlı olabiliyor bence. O zamandan bu zamana blog sayesinde tanıştığım insanlardan çok şeyler öğrendim, iyi şeyler oldu, kötü şeyler oldu. Hep de olacak zaten...

Hem eski blogcuların çoğu da ortamlarını terk ettiler; sonuçta herbirimizde bir tıkanlık oldu. Ya da bir kısmımızda meşguliyet ağır bastı. Velhasıl, tek başıma buralarda düdük öttürmenin pek manası da kalmadı. Yazdıklarım da "çözüm"e, çözülmeye yol açmayacaksa, susmak yeğdir. En azından buralarda susmak, evimde susmak bana bir yol açmak için anahtar olabilir.  

Kendi kişisel izdüşümlerimi dışarı vurmanın çağın bireycilik vebasından payıma düşenle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Belki haksızlık da ediyorum kendime ama "ben, ben, ben" diyenleri içten içe kıyasıya eleştirirken, farkında olmadan da olsa onların izinden yazıma sadece "kendimi" dökmek istemem. Kendimi önemsemediğimden değil bu; sadece yazı sadece ben'e ait estet birşey olamayacağından. Belki de eskinin 19. yüzyıl Rus entelijiyansının da inandığı gibi bu dünya böyle referanssız ve kimsesiz kalmış bir karmaşada boğulurken, "böylesi bir tarz yazı lüksüm / lüksümüz" de yok!

Ne var. Onu bilmiyorum ama bilebilmeye çabalamak için de elimden geleni yapacağım. Bu sözde durabilirim diliyorum. Bakalım bakalım.

Ladies and Gentlemen... Ciao!

Bir ameliyat sonrası

Evet yoldaş, henüz narkozun etkisinden çıkmışken şu sözleri tekrarlayıp duruyorsun kulağıma: "Sahile gideceğim". Hangi sahil diye soruyorum sana, yaz bitiyor zaten tatil iyi gelir diye ekleyerek. Sen ise "daimi olan" diyorsun, bir sahil bulacağım ve kalacağım orada hep. Binlerce kez bunları söylediğini duyumsuyorum. Ben olsam ben de giderim, zorunda olmasam bu bozkırda niye yaşayayım diyince, bana cevabın net oluyor: "zorunluluk diye birşey yok, seçtiğimizi yaşıyoruz".

Seçtiğimizi yaşıyorsak, sürekli seni tanıdığımdan beri, yani onlarca yıl ne diye hayatından, tutsaklığından, seçtiklerinden,  ötekilerden şikayet ediyorsun demek istiyorum o anda. Ama demiyorum, sen uykuya dalıyorsun bu sözlerle. Tabii tüm bu olan bitenler hastane odasında zaplarken bulduğun hayvanlı belgesel eşliğinde gerçekleşiyor.

Sahilde yaşamak hakkımız mı yoldaş diye düşünüyorum ben ne zamandır. Bunca cehennemin ortasında, bireysel, çiftsel, ailesel, ve hatta arkadaşsal cennetler mi yaratmalıyız. Bilmiyorum. İyi şeyler hakettiğimizi biliyorum aslında, onlarca rezil mahlukatın olduğu bu dünyada bizler rahatı basbayağı hakediyoruz ama, allah kahretsin ki, bir türlü rahatı da istemiyoruz. Yine de ben mesela Can'la bir ada'da hızlı zamanlar akıtmak isterdim. O yaşama neler damıtabilirdim ama bilemiyorum bunu. Her ada bir yalnızlık parçası, değil mi aynı zamanda?

Böyle işte, kasaba-şehir ikileminde boğuluyorum yoldaş. Aslında uzun zamandır şehirlere dayanamadığımı da anlıyorum. Son Paris gezisi bunu iyice anlatıyor bana. Hiç de çekici gelmiyor bulvarlar, saat kuleleri, tapınaklar, bir sürü etniden bir sürü ses, çıldırmış kalabalık... hiç de etkilemiyor, ırgalamıyor bu çılgınlık. Bu çılgınlığa nasıl bir don biçebileceğimi, ondan nasıl ütopik kültür-sanat-moda etkinlikleri çıkarabileceğimi de bilemiyorum. Yaşlanıyor muyum, ne?

Yok umudum varsa hala, düşemiyorsam bir türlü, düşleyebiliyorsam, henüz yaşlanmadım demektir. Bu güzel, bu çok güzel ama etrafta bu denli yaşlı insan görmek de bunaltıcı. Onlara benzerim diye korkuyorum mesela.

Bir de bana başka neler dedin yoldaş ameliyat gecesi: İnsanoğlu ne de arsız, ölüm korkusu sarınca "artık böyle olmayacağım, herşeyi değiştireceğim" diyor ama riskler geçer geçmez, gündelik yaşama ve eski rutinine kolayca dönüp, kendine verdiği sözleri unutabiliyor. Biz unutmamalıyız diyebildim sana. Biz o insanoğulları gibi olmamalıyız. Umut tam da burada yoldaş. İnsanoğlu ne halt ederse etsin, biz ondan sıyrılabiliriz. Bu uğurda karşımıza çıkabilecek yalnızlık, göğsümüze takacağımız şanlı bir nişandır. Yeter ki aklımızı da ameliyat edelim, onun hükümranlığından alabildiğince uzaklaşalım. Ada'mıza gideceğiz bir vakit, hem de mutlu, mesut, kaygısız - şehri ve bulvarlarını ve meydanlarını ve alışveriş merkezlerini ve cafcaflı ne varsa artık geride bırakıp. Seçtiğimizi yaşıyoruz derken çok haklıydın. İyi uykular yoldaş... 

Şişmanlayıp duran kurbağalar

Yaş kaç olmuş, kemale eremedik hala, cümle kromozomlarla süslenmiş etraf. Birşeyleri aramak telaşı hep var, her akşam hala budalaca "ne yapmalı" sorularıyla yatıp, kalkıyoruz. Dünyanın nimetlerinden faydalandıkça zehir oluyor çok şey. Statik kalan bunca şeyden, en başta kendimizden, aynı kalmaktan bıktık usandık. Birşeyler hep eksik kalacak, ve bunu kabullenmesi zor. Olgunlaşmak bu mudur? Eksikliği kabullenmek ne kadar da zor...

Yazdıklarımı bile kabul edemiyorum. Yazdıklarımı okudukça kaderime ve kederime şaşamıyorum. Başkalarının yazdıkları da çok kez öyle... Sanki havada asılı bir yerde, yalnızlığımızı, kibrimizi meşrulaştırmak için, narsizmlerimizi iyice şişirmek için, bir bok olduğumuza kendimizi inandırmak için yazıyoruz. Şu sözcükleri klavyeden ekrana işlemek nasıl da ağır geliyor şimdi.

Korkularımız, evet yoldaş, en büyük düşmanımız. Daha kendi korkularımızı yenemeden, başkalarından reddediş beklemek ne ayıp. Said-i Nursi diyormuş, "reddedişi de reddedin", asıl mesele bu diye. Kibrimi söküp atsam, benden hiçbir şey kalmayacak. Bir çözüm yok bu denkleme ama yine de koşmalıyım - kendini varedecek değil sadece, etrafı kuşatacak, olmakta olanın bilincine varacak, birlikteliği ekecek, tüm taşları kendimle birlikte söküp, aynaya atacağım. Çok alacalı bulacalı hasta laflar bunlar, değil mi? Herşey halbuki ne kadar da basit gibi, genetik, çiftleşme, hırs, yaşamda kalabilme hırsı... Liberal zurnaların kulağımıza zırladıkları "bilimsel" gerçekler...

Basit olmayan birşey var bende ısrar edegelen, o yaşattı beni ama, her gün azar azar öldürerek aynı zamanda... Hani kucaklaştığımız, on senedir görmediğimiz dostları görebilmek gibi mutlu mesut edecek ayrıntılar da var ya, ısrarla reddediyoruz, reddedişi de reddedeceğiz bir gün elbet. Buna imanım tam.


Gotham City


Bu şarkıyı dinlediğimde çarpılmıştım. Ben Harper'ın ilk albümünün ilk şarkısı. Gayetle arabesk bir tadı var sözlerinin. Ben Harper'ın en basit en sade olduğu zamanlar - "zalim dünyaya hoşgeldin" diyor burada, bu dünyadan kurtulsan da gideceğin yer daha iyi olamayabilir diye devam ediyor. "When I am gone, I'll gladly say goodbye"

Ölümle ilgili ne çok felsefe yapabilirim. Ama ne anlamsız diye düşünüyorum şimdilerde. Sözcükler boğazımda birikmiş gereksiz gırtlak ürünleri. Bir pub'da muhabbet etmek varken, ya da herkes konuşurken dalıp gitmek bir yerlere, yazmak çabası niye - neresi oralar? Bir anlamı yok sanki o felsefenin, "zalim" dünyaya zalim yumruklar atmak derdinde olayım. Ankara'nın devlet binaları sevimsizse de, devrim başlarsa buradan başlayacak, başka çare mi var? Buna sevinebilirim. 

Bugün Pittsburgh'lu bir Amerikalıyla tanıştım, Amerikanca konuşup şehrin sokaklarını andık - "cool" yer dedik herşeye rağmen. Kabul ettim ben bunu. O yapay sıcak ve sahte batıyakası mekanları ile karşılaştırınca Pittsburgh'un kirli bir özgünlüğü ve gri de olsa parıldayan bir kişiliği olduğunu kabul etmeli. O yüzden her sene bir katedralin duvarlarını temizlemek için milyonlarca dolar harcanırdı. Ama çok uzaklarda bir yerde kaldı - beynimim kimyasallarında bir yerde şimdi Pittsburgh, bir de Facebook'da üç beş insanın arada bir hatırlattığı... Ben Harper hücremde söylerdi bu şarkıyı Pittsburgh'da; ben de yeniden yeniden dinlerdim. Albümde zafer işareti bile yapıyordu, sonra giderek dindar bir renk aldı...

Sızdım, uyandım, yüzüme su çarptım, kahve koydum, şimdi üç beş satır. Üç beş satır okuyup, sittir çekmeli karanlığa. Yarını kurtarabilsek iyi.

Lacancı Venn Şeması

Yıllar önce (2007 olacak sanırım) yapıp, eski mekanlardan birine eklemiştim. Şimdi burda da bir yerde dursun istedim.

 

Sevimli bir Pollock üstüne



- Sevimli bir Jackson Pollock, değil mi?

- Evet, öyle.

- Sana ne ifade ediyor peki?

- Evrenin olumsuzluğunu ifade ediyor. Varoluşun iğrenç, yalnız boşluğunu. Hiçliği. Çıplak, tanrısız bir boşlukta, kara, saçma bir evrende bir deligömleği oluşturan korku ve aşağılanmanın olduğu engin bir boşlukta küçük bir alev gibi yaşamak zorunda kalan insanın çıkmazını.

- Cumartesi ne yapacaksın?

- İntihar edeceğim.

- Ya Cuma gecesi ?

bir an için

aniden karar verip uyguladığımız o anlar, evde beklettiğimiz ve birdenbire gidip açmaya yeltendiğimiz şaraplara benzer. elimizde bir adet tirbuşon var olmalıdır böyle zamanlarda. yine de hazırlıksız yakalandığımız zamanlarda farklı yollara başvurabiliriz. örneğin ilk akla gelen yakında bir komşunun evine tıklamaktır. bunun için de bir) komşunuzun sofu olmaması gerekir. iki) vaktin çok geç olmaması da pek iyi olur. türk aileleri pek modern görüntüler altında bile gece geç kapı çalan insandan pek hoşlanmayabilirler. somurtuk suratlarla baştan şarabınızın keyfini kaçırmayın canım! başka bir yolunuz daha var: alın elinize ne geldiyse artık tornavida mı, bıçak mı, çatal mı - dalın mantara. zaten anlık istekler genelde karşıkonulamaz tutkulara denk gelir - ondan elinizden o mantar kurtulamaz.

yine de tutkunuzu "biraz olsun" dizginlemeyi bilmelisiniz. bir) sabırsızlıkla beklediğiniz güzelim şarabın kazağınızda harcanmasını pek istemezsiniz. iki) halınızda şarap lekeleri olmasın lütfen. üç) şişeye kaçırdığınız her mantar pıtırcığı alacağınız lezzeti zehir edebilir, her yudumunuzda ikide bir etrafa onlardan pıtır pıtır tükürmek durumunda kalabilirsiniz.

diyelim ki tüm bu aşamalardan başarıyla geçmeyi başardınız. artık yalnızlığınıza şarabınızı katıklayabilirsiniz. geçmişten garip anılar gelmesini istediniz. bırakın bu nostaljik cakaları. ama yine de size bir leonard cohen şarkısı öneririz, diyelim "famous blue raincoat". klasiktir, hüzünlüdür, sakindir ama güzeldir - aynı elinizdeki kadeh gibi. yaşanılan anlar bir bir teypten geri sarılır.

devamını çok da bilemezsiniz. dedim ya aniden karar verip de uygulamaya koyulduğumuz o heyecanlı anların bir sonrasını kimse bilemez. ama akışın parçasıyızdır. ırmakla hısım oluruz, taşarız - döküldüğümüz yer neresidir, bizi nerelere götürür tüm bunlar, hiç kimse bilemez. ama unutmayın, sizin eyleme geçtiğiniz o anları "bilgi" zehirler, öldürür. orada bilgi hariç herşey vardır, neşe, heyecan, hüzün, geçmişin boşluğu, geleceğin arzusu, korku ve bilumum herşey. ama hayat felsefesi yoktur. bilgiden epistemolojiden ya da ne bileyim iktidardan ve muhalefetten eser bulunmaz. en zevkli kısım da burdadır. an'ın açtığı geçmişten bağımsız bir sürü kapıdan birini seçmiş, eşiğe gelmiş ve kapıyı tıklatmışsınızdır. üzülmeyin orada kafka'dan bir zerre olsun, yoktur. okuduğunuz onca zırvadan bir zerre bile bulamazsınız. kelimeler bile anlamsız tirbuşonlardır, batırır, yuvarlar ve çekersinizdir. kurbanınızdan kırmızı kanlar fışkırabilir, ya da içtiğiniz sigarayı karşınızdaki kadına bir nefeslik uzattığınızda ve geri aldığınızda sigara izmaritinde kırmızı dudak parçacıkları bulabilirsiniz.

şaşırmayın. doğanın kuralları diye birşey yok diye kendinize psikanalitik sapkınlık teşhisleri koymayın. inanmayın hiç kimseye. siz bu şarabı açacağım derken kimseden feyz almadınız. unutmayın her devrim sizin kendi elceğizlerinin eseridir, hayatınızın en fazla okunacak sayfalarında dolanıyorsunuz. ama siz iyisi mi bunun da farkında olmayın. şuursuzluğunuzun keyfini çıkarın. saçmalayın, sabaha kadar, aksırana tıksırana kadar saçmalayın. o sırada yazdığınız şiiri, varsın kimse okumasın. torunlarınıza miras bırakma derdiniz olmasın, ne çıkar. başkaları alkışlamış yuhalamış kınamış övmüş, ne çıkar bundan. söyleyeyim: örneğin aşk çıkmaz, balık çıkmaz, ağaç çıkmaz, dağ çıkmaz, hızır çıkmaz. madem bir işe girişmişsiniz, ırmağın akışına yaraşır bir asaletle yapın bunu. kulağınızı tıkayın, gözlerinizi kapayın, tüm duyularınızı bastırın ama sadece olmakta olana eklemleyin kendinizi. orada yıldız yok, sevgili yok, ve hatta sait faik bile yoktur.

birileri yazmıştır elbet benzerini. sizin gibi nice şarkılar sığdırmıştır doğa kendi tarihine. birileri arkanızdan budalalığınızın dedikodusunu yapacaktır. kaybeden olacaksınızdır belki onun literatüründe. belli mi olur tarih kitaplarında isminizden şanla şöhretle zaferle de söz edebilirler.

boşverin, boşverin, boşverin: seçtiğiniz anın sonsuzluğu hepsini yok edecek. sizse dilinizde kalan bir damla esriklikte esir olacaksınız. gönüllü bir teslimiyet ya bu, tadını çıkarın.

El falı

Ellerimi sokağa abanıyorum - karşıma üç beş insan çıkıyor. Bir hüzün var içlerinde, bunu görüyorum. Dillerindeki şarkıcı isimlerinden anlıyorum bunları, ya da Sartre'ın Bulantı'sından şiirler çıkarma girişimlerinden. Herşey hoş oysa ve hafif. Ama ellerimiz tüm gülümsemelerimizi kapatıyor.

Harika bir toplantıdan bahsediyorum. Harika konulardan konuşuyoruz, bir kez sustuk mu, birbirimize bakıyoruz, ne diye burdayız, ne diye günlük hayatın formal saçmalıklarını anlatıp duruyoruz. Biz konuşmadan birbirimizi sevemiyor muyuz? Diyelim partiler olmadan, zor bulunan bira markaları olmadan kutlayamaz mıyız baharı. Bu sessizlikten ürpermekten çekinmeden, sağır ve kör koşuşturmadan, ayinler düzenleyemez miyiz. Kim alıyor elimizden en sevdiğimizle konuşmayı. Telefon dalgaları, hiç anlamadığım laboratuvar artıkları, son model arabalar mı?

Bu arabalar beni nereye koşturabilir. Dünyada tek bir noktada, tek bir çığlığı paylaşmak için beklerken. Hangi yollar sen'i bana getirebilir. Ya da hangi otobüs molasında şerefine çay içebiliriz. Otobüsünüz birazdan kalkıyor, lütfen yerlerinize sayın yolcular. Kalkıyor ama siz hala ordasınız. Çok uzakta. Çok uzakta ve avuç içlerimiz kadar yakın.

Grekoromen akış

Kahkaha: buharlaşmayan en hafif lezzetli şey.

Hüzün: o yoksa aşk yok.

Varlık: sarılabileceğimiz biçemsiz, değişmekten yorulmayan anne kucağı.

Ana: Maksim Gorki

Baba: lar ve oğullar

Halimiz: rezalet ama çelişkilerimizden çelikleşen bir yer olmalı.

Delilik: aklı başında olanı da mümkün, ve o eşsizliğe sahip çıkmak gerek.

Skor: doğar doğmaz bir sıfır yenik başladık - ve ana rahminden ayrıldığımız andan itibaren yediğimiz her gol iki sayılıyor.

Gökkuşağı: ona dokunmak derdim hala var ve hep olsun.

Lokavt: beni boykot etmek hepinizin hakkıdır.

Düş: bir ırmağa bakıyordum, kendi yüzümü göremiyordum.

Düşeş: bu tepelerden yansıyan ses neden benim değil?

His: sevinçlere katık edilmiş acıları yeniden algılamak için bu kadar çabalamak ne garip.

İz: bana attığın her tokat yanağımda kalıyor.

Arzu: bir şişeyi denizde bilinmeyen bir yere attığımda, birinin şişedeki kağıdı okumaya yeltenmesi ihtimalini düşlemek güzel. böyle birşeyin olması süper az ihtimal olsa da, bu böyle. bu ihtimal için savaşmak, bir hiç'in sıfırdan hep bir epsilon kadar uzak olması demek. object petit a demek.

Maddi Belirlenim: Ankara'da dolmuş İstanbul'da minibüs demeyi öğrenebildim nihayet.

Maddi Belirlenim Reloaded: bu rezil materyal koşulların hayal-i aşk'ı mahvetmesi ihtimali sinir bozucu.

Nüfus: bu yolda ölenler olsun. mum gibi sönenler olsun. çok fazlasınız.

Siyasi görüş: demokratik bir taklitçilikten yana değilim. canavarca bir özgünlükten yanayım.

Yazı ve tura: Sinikliğim ve ciddiyetim.

Unutulmayan sahne: Le feu follet @ Cafe de Flore


Bir beyoğlu notları

1. Beyoğlu çikolatasını en son ne zaman ve nerede dişlediğimi hatırlamıyorum.

2. Bu adam bu dişil sesleri neresinden çıkarıyor. Allah aşkına.

3. Bir aşağı bir yukarı yürüyen İstiklal insanları gezegen dışı yaratıkları şaşırtıyorsunuz.

4. Metro ne zaman kapanıyordu? Yanlışlıkla geç kalsam da sende kalsam. Ya evde yoksan?

5. Müzik ve ses iyi, ama yolun karşı tarafındayım ve sana para veremiyorum Avrupai bacım.

6. Körler neden hep türkü söyler? Ah yalan dünya.

7. Sen öyle güzel bakıyorsun ama Beyoğlu dikkatimi dağıtıyor.

8. Mefisto bir ibadet yeri olsaydı, cennete gidebilirdim.

9. Zencilerin yanında hep sarışın ve uzun boylu bir hatun olmasını, kendi aralarında bir denge yaratarak bizim rengimize yakınsama arzularında teşhis edebildim.

10. Beni şaşırtan şeyler söyleme. Dostum da düşmanım da narsist, kıskanç, mülkiyetçi bir köpekle çok yakından akraba.

11. Sözde entel sakallı erkeklerin bir anda saçma sapan sohbete dalmaları mide bulandırıcı. Bu bir seçenek. İkincisi benim bu tür heriflere karşı semptomatik asosyalliğim ve apaçık nefretim.

12. Düşünsene: Felsefe diplomasıyla felsefeci olunsaydı, Hasan efendiden ne iyi bir kapıcı olurdu.

13. Ne istiyorum? Ne istiyorsun?

14. Dışarıda bir masa bul. Sensedim ve içesim var.

unuttum adlarını neydi

Nasıl bu süre boyunca böyle köle kalabildim diye soruyorum bir süredir. Arada hesap yapabilen, bir gün'e tonlarca tenefüs sıkıştıran, ve öyle görünmese bile herkesten çok uzak'ta olmayı seçen, mesleğinden memnun bir Kunta Kinte'ye dönüşebildim.

Gönüllü bir kölelik kendince bir 'huzur' bahşediyor - kabul etmek lazım. Ama bundan çok daha fazlasını alıyor senden: Önündeki tüm dinamizmi, değiştirebilme umudunu, etrafına bakabilmek, dinleyebilmek kapasiteni mesela. Gözeneklerinin tıkanışını öyle ya da böyle farkediyorsun ama yine de... Bir tür ölüm işte böylesi bir huzur. İnşaa ettiğin sığınakla dış dünyanın rahatsızlığından kaçabileceğini sanıyorsun. Bunu Alman idealistleri 'mutsuz bilincin' bir türü olarak nitelendirirlerdi herhalde... Beyhude bir kaçış...

Sonra bir anda kafana taş düşüyor. Belki kafan yarılıyor. Başın acıyor. Bir filmde duyduğun 'yalnızlığımıza bir yara bandı arıyoruz sadece' cümlesi çınlıyor kulağında ara ara.  Ama gözeneklerin de tedricen açılmaya başlıyor. Mesela Güney Amerika o kadar da uzak gelmiyor. Geçenlerde biri söylüyordu, Güney Amerikalılar'la el sıkışınca, elini 'normalden' (Türk ve Avrupalı standardını baz alırsak) daha uzun tutuyorlarmış. Erkenden çekince elini, seni uzak ve soğuk biri olarak belleyebilirlermiş. El sıkmaya ve uzun tutmaya eskisinden daha yakınım galiba. 

Evet Sartre'ın ünlü cümlesindeki gibi Öteki hala bir cehennem - ama cehennemimizi sahiplenmekten ve ateşimizi kendi elimizle harlamaktan başka çaremiz de yok. Hem bahar duymasını bilene başka neyi fısıldayabilir.


Fantazmenü

Şu gördüğünüz sahne yüzünden geçen hafta 3 gün üstüste ton balıklı sandviç yapıp yedim! Bu hafta da yemeyi düşünüyorum. Zira yapmazdan önce, parmaklarımın arasında bi güzel eziyorum.



Johnny - Dışarı yürüyüşe çıkalım mı? Bence çıkalım.

Frankie - Yemek yemem lazım.

J - Hepimizin yemek yemesi lazım. Ufak birşeyler hazırlarım hem.

F - Menüde ne var?

J - Ne istersen... Ton balığı sever misin? Tino senin ton sevdiğini söyledi. Ton balıklı güveç yaparım.

F - Iııh! Güveç olmaz. Ton balıklı sandviç.

J - Eheh, ton balıklı sandviç demek, ben demek! Kutudan ton balığını alıp iyice yumuşayana kadar parmaklarımın arasında eziyorum.