unuttum adlarını neydi

Nasıl bu süre boyunca böyle köle kalabildim diye soruyorum bir süredir. Arada hesap yapabilen, bir gün'e tonlarca tenefüs sıkıştıran, ve öyle görünmese bile herkesten çok uzak'ta olmayı seçen, mesleğinden memnun bir Kunta Kinte'ye dönüşebildim.

Gönüllü bir kölelik kendince bir 'huzur' bahşediyor - kabul etmek lazım. Ama bundan çok daha fazlasını alıyor senden: Önündeki tüm dinamizmi, değiştirebilme umudunu, etrafına bakabilmek, dinleyebilmek kapasiteni mesela. Gözeneklerinin tıkanışını öyle ya da böyle farkediyorsun ama yine de... Bir tür ölüm işte böylesi bir huzur. İnşaa ettiğin sığınakla dış dünyanın rahatsızlığından kaçabileceğini sanıyorsun. Bunu Alman idealistleri 'mutsuz bilincin' bir türü olarak nitelendirirlerdi herhalde... Beyhude bir kaçış...

Sonra bir anda kafana taş düşüyor. Belki kafan yarılıyor. Başın acıyor. Bir filmde duyduğun 'yalnızlığımıza bir yara bandı arıyoruz sadece' cümlesi çınlıyor kulağında ara ara.  Ama gözeneklerin de tedricen açılmaya başlıyor. Mesela Güney Amerika o kadar da uzak gelmiyor. Geçenlerde biri söylüyordu, Güney Amerikalılar'la el sıkışınca, elini 'normalden' (Türk ve Avrupalı standardını baz alırsak) daha uzun tutuyorlarmış. Erkenden çekince elini, seni uzak ve soğuk biri olarak belleyebilirlermiş. El sıkmaya ve uzun tutmaya eskisinden daha yakınım galiba. 

Evet Sartre'ın ünlü cümlesindeki gibi Öteki hala bir cehennem - ama cehennemimizi sahiplenmekten ve ateşimizi kendi elimizle harlamaktan başka çaremiz de yok. Hem bahar duymasını bilene başka neyi fısıldayabilir.


0 comments: