"Yes, for years, I still can't find out who the fuck am I, man. Excuse my language doctor. I don't know who the fuck I am."
Handbook for the Assessment of Dissociation: A Clinical Guide
Bilindiği üzere psikiyatristlerin psikoz teşhisi için sordukları ilk sorudur: “Biri tarafından izleniyor musun?”
Biri tarafından izlenmek: Bu, tabii benlikteki ben-öteki kopuşunun aslında rahatsız edici derecede ortaya çıktığı durumdan başkasını işaret etmiyor. Ben’in öteki ile kopuşu hem (simgeselde) ben-ideali (
Ichideal) hem de (imgeselde) ideal-ben (
Idealich) şeklinde ortaya çıkıyor.
İdeal-ben’e dair Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki köşe yazarı Celal’in ağzından şunlar dökülüyor:
“Düşüncemin ya da hayalin, yanılsama aleminin –ne derseniz deyin- ortasında gördüğüm şeyin benim bir benzerim değil, kendim olduğunu da hemen anladım. O zaman bakışımın, az önce gördüğüm o ‘göz’ün bakışı olduğunu hissettim. Demek ki şimdi ben, az önceki ‘göz’ olmuştum ve kendimi dışarıdan seyrediyordum. Ama tuhaf ve yabancı bir duygu değildi bu, korkunç bir şey hiç değildi. Kendimi dışarıdan görür görmez hatırlamış ve anlamıştım zaten kendimi dışarıdan görmeyi alışkanlık edindiğimi. ”
Dışarıdan izlenmek dediğimden kasıt az çok bu. Artık parçalanmanızın kendinize görünür hale gelmesiyle, hep kendi ideal ben’iniz (
Idealich) tarafından izlendiğinizin farkındalığı... Aslında yukarıda denilenin aksine hayli “korkunç” (zaten aşağıdaki alıntıda karakter bunu bir bakıma itiraf etmiş oluyor), artık imgeseldeki ötekinizin transaparanlığının baş göstermesiyle baş ağrıları yaratacak kadar hayatı zorlaştıran birşey olabilir bu. Özellikle Badiou’nun “atonal” dediği sessiz, sembolik verimliliğinin azaldığı dünyamızda... Örneğin karşımdaki sen’e bakarken aslında sadece sen’e değil “sen’e bakan ben”e dikkat kesilebilirim. Psikotik bir dünyanın sonu gelmez kayıp otobanında ordan oraya savrulabilirim. Alıntı şöyle devam ediyor:
“Yıllardır kendimi dışarıdan görürken kendime çekidüzen veriyordum. Kendimi dışarıdan görürken, ‘Evet, herşey yerli yerinde ,’ diyordum; kendimi dışarıdan görürken, ‘Yeterince benzemiyorum’ diyordum, ‘benzemek istediğim şeye yeterince benzemiyorum. ’ Ya da ‘Benziyorum ama daha gayret etmeliyim,’ diyordum yıllardır ve sonradan kendimi dışarıdan görerek, ‘Evet, benzemek istediğim şeye benzedim sonunda!’ diyordum mutlulukla, ‘evet benzedim ve ben O oldum!’ ”
Kendine sürekli çekidüzen vermek zorunda kalan ben ve O yani ideal-ben, ve aslında özne o benzeyişi sağladığı noktada çöküşe daha yakın olacaktır. Çünkü O aslında hiç olmayacak bir O olarak tanımlanmışken, olabilecek en kötü şey ben ve O arasındaki mesafenin kapanması. Yani parçalanmamın kaçınılmaz olarak ben’e benzediği noktada artık “kendim”den nefret etmeliyimdir. Ben asla O’na benzeyerek eski görece harmonik duruma yani parçalılığın opak olduğu düzleme geri dönemem. Kriz tam da aslında ben’in sadece O’ndan medet ummasıyla başlıyor. Ben-ideali’ni Öteki işaret ediyorken, bunun aksine ideal-ben’i ta kendim hayal ediyorum, Öteki’ni devre dışı bırakıyorum, ve buna uygun olarak bir başka ‘sen’ de tanımıyorum. Tüm herşey ben’in o asla ulaşamayacağı ben’e kilitlenip kalıyor. Zamanla ben ve O birbirine karışmaya başladığından “benlik” duygusu (ilüzyonu) da kaybolmaya, kelamsız, dilsiz, garip bir betona dönüşmeye başlıyor. Ulaşılacak olan en mükemmel O: Soğuk, sessiz, dilsiz, pürüzsüz bir beton yığını. Tüm ‘sen’ burada askıya alınıyor, bir ötekine adım atıp ondan kaybolmak riskine giremeyen özne işte o betonarme dünyasında yaşamaya, kendine fazla gelen özgürlük’e tahammül edemeyenin kaderi olan maphusluğa mahkum oluyor.
İşte bundan Celal karakteri bir öncekinde bahsettiğinin aksine her nedense bu sefer O’nun korkunçluğunu itiraf etmek durumunda kalıyor:
“ O tabii ki, ‘göz’dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce ‘göz’ü değil, O’nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim ‘O’ da kendinden bana uzanan o korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan ‘göz’, her şeyimi görüp yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılıp kalmıştı... ” (vurgular bana ait)
“Annemin hayranlıkla sözünü ettiği çalışkan ve zengin bir komşu, Batılılaşarak kendini memleketini kurtarmaya adamış bir paşanın gölgesi, baştan sona okunmuş bir kitaptaki kahramanın hayali, bizleri sessizce cezalandıran bir öğretmen, annesine babasına ‘siz’ diyen ve her gün başka bir temiz çorap giyecek kadar zengin bir sınıf arkadaşı, Şehzadebaşı ve Beyoğlu sinemalarında gösterilmiş yabancı filmlerin akıllı, başarılı ve hazırcevap kahramanları, onların içki bardaklarını tutuşları, kadınların, güzel kadınların karşısında öyle rahat, öyle şakacı, gerektiğinde kararlı olabilmeleri, ünlü yazarlar, filozoflar, alimler, kaşiflerin ve mucitlerin ansiklopediler ve kitap önsözlerinde okuduğum hayat hikayeleri, bazı askerler, gece uyuyamadığı için bütün şehiri sel felaketinden koruyan hikaye kahramanları...”
Burada Pamuk, Celal’in ağzından ideal-ben imajının güçlü ve zengin bir tasvirini veriyor. Dikkat edilmesi gereken burdaki ben’in O’nu oluşturma girişiminde mesela bir Anne’den (M-other) aldığı komutu değil ama onun hayranlıkla bahsettiği birini kaynak edinmesi... İdealizasyon için örnek alınan imge, mesela Baba’nın kendisi değil Baba’nın politik olarak gıcık olduğu, ters düştüğü güçlü bir karakter olabilir. O karaktere ben’in idealizasyonunda güç veren şey ne peki? Sapkın bir farklılık.
Ben öyle bir imaj yaratmalıyım ki, bu Öteki tarafından ‘farklı’ karşılansın ki ‘varolabileyim’. Ben’in yarattığı O, bu anlamda sığınılmak zorunda kalınan, opaklığını kaybetmeye başlamasıyla birlikte her an çatırdayabilecek aynasal duvar. Bu yüzden O’na duyulan hayranlık her an nefrete dönüşebilir. İmparatorluğun kuvvetlerinin gözümüze soktuğu
‘I shop therefore I am’ [Alışveriş ediyorum, öyleyse varım] lafızlarıyla bize sürekli işaret ettikleri imge süperstarlar da olabilir, başörtülü, muhafazakar ama egzantrik seksi kadınlar da, ağzında purosuyla Che kılığında muhalif görünümlü kahramanlar da... Form dediğimiz zaten son tahlilde içerik’i içerir. Bu nedenle idealizasyon sürecinde safça “içerik form’a dönüşüyor ve böylece formda anlamını kaybediyor” diye düşünmek doğru değil: Tam aksine form’un kendi kalın sınırları bozulup ‘eşdeğer’ ve her an alınıp, satılabilecek, he an raftan indirilip, gözden düşebilecek, her an kendini yokedecek ve bu yüzden varolmak için sürekli yeni bir imaj arayan bir çıkışsızlığın canavarca izinde anti-form’a dönüşüyor, ve böylelikle kancasına bir türlü takılamayan öznenin deformasyonu gerçekleşmiş oluyor .