Tüm bu riskleri alarak yola koyulduğumda, farkında olmadığım sponten abzürd yanlarım olduğunu görüyorum. Abzürd'e ilgim de var; belki kendimle kurduğum bir alakadan kaynaklı... Hayatta kaybedenlere bakarken şu iki kategoriyi ayırda dikkat edelim: Okey oynarken yanlışlıkla elindeki okeyi atanlar... Bu abiler ve ablalarımız oyunda bilemeden "salaklık"larından 'hata'lar yapmışlar, bol bol okey atmışlar, önlerine çıkan şansı 'bilmeden' tepmişler, ama hemen sonrasında pişman olmuşlardır. Bu vatandaşlar bir tür Müslüm-Orhan edasında isyan ederler; ama istediklerini bir kez elde etmeye görsünler, "kraldan çok kralcı" kesilirler. Devrimlerde yoldaşlarının başını keyifle koparmaya hazır güruh bunlar içinden çıkar.
İkinci kategoride kaybedenler bir başkadır. Bunlar içinde en kralları bilmeden okey atmaktan çok piyonu dama tahtasındaki son karelere taşıdıktan sonra; orada bırakanlardır. Sallinger'in o biricik romanında dama yapan ama son karede tutarak oyun boyunca yaptığı damaları hiç kullanmayan bir kadın karakterden bahsediyordu. Kahramanımız da doğal olarakbu kıza sevdalıydı. Bu benzetmeyi ordan arakladım. Bu kategori okey'i bilerek atan insanları kapsar işte. Bunlar kaybedenler içinde bir azınlığı oluştururlar; isyanları tüm bu oyunun kurallarını değiştirmek için vardır. Oyun biter ve başka bir oyun daha isterler. Bu bahsettiğimiz kategoridekilerin devrim sonrası kafalarının kopması çok daha kolaydır - histerik bir yanları olduğundan iktidara yapışmayı pek bilemezler.
Öyle aptaldırlar ki, örneğin iki insan arasında bir Allah hayal etmek isterler; sayılamayacak kadar çok Allah. Mağaraya bağlı olduklarını bilirler ama öte yanını hayal edip dururlar; hayallerinde onlar için ulaşılacak bir yer yoktur aslında. Küstahlar! Hayalin ta kendisidir onları ayakta tutan. Geri kalanına aldırmazlar. Yoksa ilk elde çift okey gelse ne yazar!
Tarihi böyle böyle İsa-Judas, Ali-Muaviye, Pir Sultan- Hızır Paşa, Troçki-Stalin gibi ikilemlere bölebilir miyiz? Bilmiyorum.
Eğer son zamanlarda kullandığım fiillerden bir 'kelime bulutu' yapasalardı, 'bilmiyorum' kolaylıkla birinci sıraya oturabilirdi. Bilmiyorum ama bilmiş gibi yapıyorum, bildiklerim hep bilmediklerimin kocamanlığını hatırlatıyor bana. Bu çok saçma. Neden böyle bir misyonu yükledim kendime? Halbuki herkesin beklediği, iyi, anlayışlı, para sahibi, gerektiğinde yan bakış atıldığında delikanlı ayaklarına giren biri olabilirdim. Daha küçük bir ilkokul çocuğuyken, süs olsun diye en üst sıralara konulmuş Larousse'ları almaya çalıştığımda, annemin beni "yine dağıttın etrafı, bırak ansiklopediyi" dediğini çoklukla hatırlarım. Bıraksa mıydım?
Bırakmadığımdan ve belki başka bir sürü sebepten, fiziksel dünyayla irtibatta sakatlandım. Bu mazoşist bir kabullenmeydi belki. Benden beklenenler o kadar çok oldu ki, kendimden hiçbir şey beklemedim. Üniversiteye girerken, hiç bir mesleği kendime yakıştıramadım. Rastgele tercihler yaptım. Bir üst merdivene tırmanırken, karşıma ne çıkacak umursamadım. Her haltı yapardım ben. Her türlü acıyı da çekebilirdim belki. Aptalca denebilir - öyleydi bir bakıma.
Üniversitenin ilk senesinde arkadaşlarımın hayalkırıklıkları beni öyle şaşırtmıştı ki, anlam verememiştim buna. Nefes almaktan, o iki, üç, beş ve on insan arasında sayılamayacak Allahlar yaşatmaktan başka ne beklenebilirdi bu dünyada? Hala çok da başka şey beklemiyorum bunun haricinde. Bu türden bir narsistlik ayakta tutabilmiş beni. Ondan ne kadar sert olsam da zaman zaman, başka insanların yaralarını hiçe sayan o kadar da çabuk vaazlar edemiyorum. Etmişsem de utanıyorum. Alay'ım kendime. Alaysız ve mizahsız bu gülünç halime ve hallere başka nasıl dayanabilir insan.
Yine bilinmeyen bir yola çıktı yazı. Başlığı da olmayıversin.
5 comments:
ben bazen, peki tamam "sık sık" bile diyebilirim; bloga deliler gibi yazmak istiyorum. ama bu anlarda bahsetmek istediğim sadece kendim oluyor, kendimden bahsetmek istediğimde, o an ki ruh halimi anlatmak istediğimde geliyor bu coşku. ne kötü, ne haince... ve hemen kalkıp, bi dolaşıp geliyor, bi kahve içiyorum daha da olmazsa camı açıp derin nefes alıyorum. geçiyor, kesinlikle geçiyor. kalmıyor o duygu. geçip gidişinden sonraki zafer duygusunu seviyorum. belki de sırf bu yüzden geçiştiriyorum diye düşünüyorum bazen. ama bildiğim bir şey var; başkalarına kendimden bahsetmekten hiç hoşlanmıyorum. başkalarının hayatları hakkında ne kadar meraksızsam, onlar da birbirlerinin hayatları hakkında bu kadar ölümcül derecede meraklı ise, ben inadına kendim hakkında zerre kadar ipucu vermek istemiyorum onlara. zira onlar kendilerini heyecan ve hevesle anlatırken, anlattıkça öyle kat kat örtülerin arkasına saklıyorlar ki aslında. her bir kelimeyle daha çok, daha daha daha gizliyorlar...
son tahlilde;) bu blog türü yerlerde kendinden bahsetmemek kararlılığı insanı yazmak konusunda kısıtlayan bir şey. başlıyorsun, söz illa ki kendine geliyor ve işte orada kalıyorsun. pişman mıyım? asla!
the point is when you write about yourself, you worry about the others - others worry you, cos you give too much shit about the others and you wanna believe they do too. that's the only way to keep the fantasy - you're just scared you will turn to be nothing other than a human being who goes to the restroom and leave her shit from her dark tunnel. you are afraid that you will forget to drain that.
on the other hand, the writer tries to neglect the dimension of a possible phantasm related to the readers, that I described above. then when the writer talks or writes about himself, it just means you talk or write about the world - nothing else. there is no imaginary fantastic dimension of "you" anymore there -
you know what I mean? :)
tarihin ve doğanın zerrece ziklemediği bizler (beşer), nasıl da kendimizi anlamlı ve degerli kılmak için cebelleşiyoruz. kanımca yani.
yine de bilmiyorum demek en iyisi hehe...
sevgili anonim kardeşim veyahut bacım,
o tarih ve doğanın bir parçası olduğumuzu kavrayabilsek, aslında doğanın kendi kendini anlamlı kılmaya çalışması olarak görebilirdik olan biteni.
anlasam ne yazardı togliatti, boşver. (ingilizce bir küfür var tam burada)
Post a Comment