O yazıda elbet sezgileri küçümsemek gibi bir niyetim yoktu. Bu noktada bu işin babasından Wittgenstein'dan örnek verilebilir. Kendisi ne dini ne de mistizmi küçümsedi; tam tersine hayatında birçok kez rahip olmak istediği biliniyor. Yine hayatında birkaç kez gidip bir kulübeye kendini tecrit etmek gibi ya da tüm malını mülkünü bırakmak, kariyerini bırakmak, savaş için asker yazılıp, en önde cepheye atılmak gibi türlü "akıl dışı-irrasyonel" girişimlerini de bu mistik eğilime borçludur denebilir herhalde.
Mistik yönelimleri ve sezgilerimizi küçümseyemeyiz. Ama benim sorum şu: Wittgenstein'ın Tractatus'ta savunduğu gibi sezgilerimiz hakkında konuşamayız mı?
Hayır konuşamayız ve evet konuşabiliriz.
Hayır: Kişisel hayatımda sezgilerim doğrultusunda hareket ettiğimde "sezgilerim" hakkında konuşmam saçmadır. Çünkü "sezgi zaten rasyonel olarak anlamlandıramadığım şeyler hakkındaki eğilimlerim"dir. Anlam ve dil dünyasına katmadığım birşey hakkında konuşmam "boştur". Bu sezgilerin önemsemediğim anlamına asla gelmez. O post'ta dediğim de budur. Sezgilerimi dillendirmeye çalıştığım anda "atmaya, sallamaya" başlarım: Yani kelimelerim eğilimimi dile getirmeye yetersiz iken; onları zorlayıp sezgilerime bir anlam yüklemeye çalıştığımda ideoloji'nin göbeğinde dururum.
Evet: Bugünün bilimlerindeki gelişimleri göze alırsam "sezgilerin aslında hiç de öyle göründüğü gibi mistik kökenli olmadığı tamamen maddi bir sürecin rasyonel olarak açıklanabilen bir parçası olduğunu görebilirim." Yani evet sezgiler ve kökenleri hakkında konuşacak ve yorumsayacak araçlara sahibim.
Algı dünyamıza yönlendirilmiş bir nesneyi aslında hemen algılayamayız. O nesneye dair izlenimlerim önecelikli olarak beynimin "görsel ve duyusal merkezlerinin" dışında biryerlerinde işlenir. Örneğin, bir nesneyi görüp algılamam ve yorumlamam için birkaç milisaniyelik minimum bir zaman süresine, bir eşik zamanına ihtiyacım vardır. Eğer bir ilüzyonist el çabukluğuyla nesneyi gözünüzün önünden çekerse - onu görebildiğinizin farkında olmazsınız. Çünkü beyniniz onu yorumlamak için gerekli süreden mahrum kalmıştır. Ama bu ona dair bir takım "bilgilerin" beyninizde biryerlerde varolduğu gerçeğini yadsımaz. (Teknik terimlerle diyelim, orta prefrontal kortekste güçlü bir aktivasyon var ama birincil görsel merkezlerizde aktivasyon gerçekleşmemiş!)
Şöyle düşünün tüm yaşantınız boyunca o kadar çok nesne bombardımanına uğruyorsunuz ki. Birkaç milisaniyeden küçük o kadar fazla uyaran var ki hayatınızda...Bunların gelip geçtiğini fenomonal evreninize katamamışsınız ama onlar aslında beyninizde belli bölgelerde nöronları uyarmış, sadece siz "onları bildiğinizi bilmiyorsunuz". Ama bir yandan da zihniniz belli bir uyaranla meşgul olmadığı sürece, o anlamsız parçalardan bir anlam üretmeye de çalışıyor. Aslında beyniniz büyük ihtimalle dışsal dünyadan çok daha fazla "içsel dünyada" enerji tüketiyor. Beyniniz bol bol glikoz tüketip, bol bol ATP yakıyor, sırf kendi meseleleriyle, içişleriyle uğraşmak için! (Psikanaliz neden işe yarabiliyor, buradan baksak kolaylaşacak.)
Yani dış dünyayla etkileşim aslen zihinsel uğraşımın çok küçük bir parçası.
Aslında dış dünyada anlamlandıramadığım kodlar tamamen bir çöpler yığını da değil, yararlı veya kendimi ve ötekini daha yakından tanımamı sağlayan kodlar da olabilir. İşte bunları fenomonel dünyama eklemeye çalışırken, milyon tane puzzle çözmeye çalışırken dünyayla hiç işim olmadığım halde "tecrübe" ediniyorum. Ben bu tecrübelere "sezgi" diyorum.
Sezgi köken olarak hiç de mistik bir temele dayanmıyor ama "anlamlandıramadığım bilgi kırıntılarından" oluşturduğumdan irrasyonel bir temele dayanabiliyor ve tam da bu yüzden "anlatılamıyor". Sezgilerimi sadece gerçekleştirebilirim. Onları anlatmaya başladığım andan itibaren aslında bilerek ya da bilmeyerek uydururum. Güçlü sezgilerin yanılmaması bir şey; o sezgilerden bütünsel bir pratik (mesela din ya da ideoloji) yaratmak ise çok başka bir şey. İkincisi belki de birçok sorunumuzun kaynağı. Sezgiden anlama ulaşmaya çalıştığımız zamanlarda "büyü"yü öcülere dönüştürüyoruz.
Büyü'nün konuştuğu anda kaybolduğu iyi bilinen birşey'dir. Benim de tezim, büyü'nün dillendiği ve kelama dönüştüğü andan itibaren bir öcü'ye dönüşebilme ihtimalidir. Çünkü büyü akılla temellendirilemez ama insan ilişkilerini sağlıklı bir şekilde ancak akıl'la kurabiliriz; motivasyonumuzun "büyü" olması ve bunun sebepleri ise "psikoloji"nin konusudur diyebiliriz.
Demek istediğim: Ben o post'ta sonuçlarla ilgileniyordum. Akılla gerekçelendirilmeyecek birşeyi yapmak eğer bir bireye aitse, bunun sonuçları onu ilgilendirir. Ama konumuz toplumsal bir probleme çözüm olacaksa bunu gerekçelendirmek zorundayız. Zira herkesin psikolojik arkaplanı başkadır. Bu başkalığı bir ortaklığa döktüğümüzde ister istemez dil'i kullanmak durumunda kalıyoruz - anla(ş)mak için bu olmazsa olmaz. Öyleyse, ortak bir akla dayanmadan iletişim gerçekleşebilir mi? Hayır.
Öyle ki, doğa ile böyle bir akılcıl dil'le, yani matematikle konuşabiliyoruz. Bu dil'in sınırlarını bile yine dil'in ta kendisiyle algılayabiliyoruz. Gödel'in incompleteness teoremi gibi. Onu irrasyonel bir dille anlamamız mümkün değil - irrasyonel dil (mesela sanat?) doğayı anlamak için değil, sadece keyif ve rahatlama gibi bir maksada yönelik olabilir.
Einstein'in "deist"liği (aslında panteistliği) dindarlar tarafından zaman zaman kullanılmıştır. Sosyalizme ait görüşleri de aynı şekilde sosyalistler tarafından kullanılıyor. Ama sonuç olarak Einstein da bundan rahatsız olacak ki, "ben doğa üstü bir güce ya da doğaya bir akıl asla atfemedim" demek durumunda kalmıştır. (Ayrıntılar için Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'nın ilk bölümleri iyi bir kaynak.) Einstein sezgiler ve yaratıcılık arasındaki bağı vurgularken, muhtemelen çıkışlara dair bilimsel varsayımlarının yanlış anlaşılıp, kullanılmasından bu tepkiyi vermek zorunda kaldı.
Benim o yazıda ilgilendiğim alan da girişlerimiz değil. Girişlerimiz sadece akıldan ibaret olamaz - tam tersine nesnelerle etkileştiğimizde buna çok zaman "içgüdüsel tepki" veririz. Beynimiz Friston'a göre tüm operasyonlarını serbest enerjiyi minimize etmek üzerinden gerçekleştirmektedir. Tepkilerimiz de öyle akılcıl filan değildir: Tepkilerimizin bilince eriştirilen bölümü "kodlanır" ama kodlanamayan ve alt bölümde kalan sürekli hareket ve akış halinde bir sürü kendi başına koddan bahsedebiliriz. (Burada bilinçdışı'nın alanına bir kez daha giriyoruz.)
Çıkışlarımız (dil) bilinç'e aittir ve bir akıl üzerinden kendini ifade eder. Bilinçdışı'ndan ise faydalanırız: Bilinçdışı olmasa eğer karşıdan gelen bir tenis topuna bile vuramayız. Daha çok sayamayacağımız kadar çok şeyi yapamayız biliçdışı süreçlerden faydalanmaksızın.
Ama bilinçdışını bilinçdışı'yla anlamlandıramayız. Bu babda psikanaliz gayet akılcı ve aydınlanmacı bir teoridir. Rüyaları konuştuğumuz anda rüya aslında rüya olmaktan çıkmıyor mı? Konuştuğumuz anda rüyadaki isteklerimizi sansürlediğimizi Freud'dan yana biliyoruz.
İkinci olarak, bir önceki post'ta yanlış anlamaya açık başka bir cümlemi düzeltmem gerekiyor:
Konseptler üretmeyi küçümsemiyorum. Konseptleri tutarlı ve tutarsız olarak sınıflamamız gerekiyor sadece: Örneğin "gayb" bence gayet tutarlı ve üretken bir konsept. Gayb'ın dini bir kökeni var; ama onu alıp dünyaya oturtursak anlamlı hale sokabiliriz. Gayb, "duyularla algılanamayan şeyler bütünü" olarak kabul edebilebilir belki. Kant'ın "nomen" dediği gayb'a eşdeğerdir. (Nomen'in de aslında Latince tanrısallıktan türetilmiş olması şaşırtıcı değil.) Gayb varolandır ama duyularımızla algılayamadığımızdır.
"Duyularımızı" burada beş duyuyla sınırlı tutmuyorum elbet; ama elimizdeki teknolojiye bağlı olarak duyularımız dışında çok şeyi algılayabiliyoruz. Bu anlamda dindarların anladığının tam tersine "gayb değişkendir". Ne kadar "duyarlılığı yüksek" alet edinip, insani duyularımla birleştirirsem, gayb'ın alanını da o ölçüde daraltmış olurum. Belki sıfırlayamam ama daraltabilirim.
Gayb'ı akılda tutarak nice uygulamalı matematik problemine çözüm bulabiliriz. Yani düşünceye yararlı bir alet sağlar "gayb" konsepti ama ancak ve ancak onu gökten yere indirip, tutarlı hale getirebilirsek... Dinsel düşünce insanlık tarihinde önemli bir yer kapladığından, böyle çok türlü önemli konseptleri ayağımıza getirmiş olabilir. Materyalistlerin yapması gereken onları mistik kökeninden koparıp, dünyayı algılamamızı kolaylaştıracak bir enstrüman haline getirmektir. (Marx'ın Kapital'in önsözünde bahsettiği meşhur diyalektiği başüstü alıp, ayaklar üzerine oturtma iddiası gibi.)
Saffet Tura bir kitabında bahsediyordu haklı olarak: Fizikte "kütle" de metafizik bir konsept değil midir? . Elbette. Ama gerekçelendirilmiş, tutarlı bir konsepttir kütle. Eğer gözlemlerimiz bunu yanlışlarsa, ya kütle konseptini değiştirmeye çalışırız ya da onun teorik bütün içindeki yerini değiştiririz.
Dolayısıyla konseptler eğer dış dünyayla ilişkimizi kolaylaştıracak bir fayda sağlıyorlarsa - onu alfabeye katmalıyız. Ama tutarsızlığı sabitse ya da totolojik ise - yani teoriye hiçbir artı-değer katmıyorsa; gönül rahatlığıyla onu hafzamızdan silip atmaya da hazır olunmalı gerektiğini düşünüyorum.