ötanazi

"eksik birşey mi var?" tabii. kafada üç beş tahta parçası misal. hem fazlası da var, o olmayan tahtalardan arda kalan kıymıklar... beyin damarlarımdan akıp akıp ta boğazıma yol almışlar. ne büyük teknoloji, ne büyük şu insanlık. ah. ne vizyonlar ne misyonlar biçmişler kendilerine. di mi. sorup duruyorum işte yarım aklımla. bu mora denen yarım adaya kanal açıp da ada yapmış büyük insanlık misal. ne ki yarım adamı adam yapmak. adam olmak gebermek demekse hele şimdi.

sokak ortasında vursana beni. n'olur geç kalma bu kez olsun randevuya, biribirimizi ayarlayamadık ya saatlerimizi tuttursak bu kez, voltranı yapsak... diyeceğim o ki, bu kentteki biricik katedrale bir morluk pışık yaparken hiç düşünme, gebert beni. nerde kırk yıl öncesi, yahut bir asır öncesi. ha tam orada dur işte. çek tetiği. yeniden doğalım.

tarihte zorun rolü

şimdi tüm heceler yabancı bana. kaç kez düşünüyorum aklımdan geçenleri savurmak için. çok kez pişman oluyorum... sanıyorum bu benim diyerek atladığım atlıkarıncadan indiğimde çıkmaz sokaklara bırakılıyorum. nayır balalar nayır, yanlış anlamayın meni*. bu bir piyango değil otobüs bileti. yoksa talihin kaypak kuşunun kuyruğuna takılmak gibi oportünist bir niyetimiz de lüksümüz de yoktur. senin transparan camekânından çaktırmadan aşırdığım şu hipotez var ya hani, tekrarlayayım: eğer olacağı varsa olacaktır, olmak istemese de olacaktır. saçlarından çekilecek dağlara çıkarılacaktır bir atın üstünde ve yol üzerinde bir ırmakta buz gibi suda kafasına bastırılıp çıkarılıp, sırılsıklam edilecektir, ta ki kabul edene kadar. sonra alplerden gelen o nefis lezzet hep birlikte tadılacak, gönüller alınacak, kalpler de bu sayede mis gibi yumuşacık kalacaktır.

* yeniden yanlış anlayanlar için kısa not: lütfen beni değil meni yanlış anlamayın. beni yanlış anlamakta özgürsünüz.

koromuz

hiçbir şey filmlerdeki gibi değil asuman. hiçbir şey hesaplardaki gibi çıkmıyor kâmuran. seninle de kumar oynamaya gelinmiyor mücellâ. bu hiç ama hiç olmadı be nebile...

hadi hep beraber söyleyelim mi? son bir ki üç: hiç bir şey bir hiç'tir.

vertigo

bir kadına dokundum, dokunmak üzereyim. sana benzeyecek diye ödüm kopuyor. her çektiğim fotoğrafını yakıp yıkacağım. hadi mevsimi işte, umutların arasıyla kirpiklerin karasını fotosentezleyip güneş topla benim için. hazır mevsim de tamamken, ışın kılıçlarımızı birleştirip tüm negatifleri tutuşturup yakalım. diye geliyor ya içimden. bir hayli dijital çağlar bunlar. yaksam da, dünyanın tüm belleklerini sarmış örümcek yuvaları, kir pas içinde seni saklıyorlar. bir âyet-i kerimeye göre bir türlü tamamen tükenemiyorum demek oluyor imiş bu. koskoca medeniyet işte, belli mi olur işi, bir sabah ansızın asansörden indiğimde önüme kedi çıkmaz da ağzında purosuyla hitchcock çıkar diye inan çok tırsıyorum.

takıntıya övgü

şu yüzlere baktığımda hiç olmadık yerlerden hiç olmadık çıkarımlar yapmayı deniyorum. çukurcuklara ve tepeciklere dolasım ve çıkasım geliyor. gözüm gözüne değende durumları, becklere guinesslere pilsenerlere sığınmak durumunda kalıyor. ve çoğu kez ev ödevimiz, efendimizin lanetli alfabesini tahtaya dizmekle bir oluyor.

oysa sabahları birlikte çalışsak, öğleden sonraları birlikte oyna(ş)sak... akşamları hep sürpriz kalırdı... boş dilekler bunlar boş. dualar karşılıksız. altbeyni hisse senetleri ve loterilere batmış kreatif dümbükler, ağzından doktora derslerinde öğrendiği sözleri bir salya gibi akıtan yalan tellalları, çocukluğu ebeveynlerinin çatısında sığınmakta bulanlar, yetişkinliği imajiner düzlemlerde asılı bıraktıkları hayallerle ananlar. ne çok var ama ne çok. paranoyak bir aklın yarattığı süper saçma kahramanlar olamayacak kadar çoklar işte. çoksunuz.

sonsuzluğu kelebek ağlarımızda yakalamak gibi mesnetsiz, trajikomik ama tirajı düşük bir işe giriştik ve kaldık. narsistik, yalnız ve mağrur çehrelerimizin donuk imajları belleklerimizde çınlayıp durdu ve kaldık. sigaralarımız, ölümüne koyu çaylarımız, düzensizliğiyle gurur duyduğumuz mekanlarımızla altı çizilmiş bozuk bir dvd'de kaldık. birlikte hiç susmadan yaşamak hastalığında diretişimizde, o ağır ağır sessizliğe yelken açan onurlu ve yüzde yüz kusurlu diretişimizde.

oysa kör olmayı denesen, kimseyi görmemeyi, an'dan başka hiç kimseyi... öyle ıraksayacağız ki, bu kuvvete kimseler karşı gelemeyecek. cümle cemaat bile ki, böyledir envai çeşit dillerde ama aynı aynalara karşı bakıp bakıp söylendiğimiz bu dilekler, bu dualar. ne yani, sanki başka çaremiz mi var.

özgürlük

şu evrende var olduğundan emin olduğum ender hedelerden biri ve belki de teki. başka birşey "var" mı gerçekten?

ben’im ya da sen'in yokluğundan bahsedilebilir, tartışılabilir kolayca ama o’nun asla. şöyle ki misal kazayla livaneli nostaljisi yapıp 'hey özgürlük' diye mırıldanıverdiniz diyelim. "hey canımın içi, hey iki gözüm, nasıl gidiyor bakalım, miden bulanıyor mu hâlâ" gibi karşılıklar almanız kuvvetle ihtimaldir. valla şakam yok, tüm ciddiyetimle ve samimiyetimle söylüyorum bunu.

dua

olmayacaktı ya. amin dedik. mevlâ da duydu bunu elbet. ondan bu kulaklarımı aniden sağır eden uğultu, ondan bu delik deşik olmam her gece onikiyi kaç geçe, kalın barsağım yelkovan ve incesinden akrep sokuşları, ondan kuru nehirlerde paçalarım ıslak pir pir titreyip semaha durmam, ondan bunca not ettiğim esmer telefon numarası, ondan kâh parlayıp, kâh sönmem ve domuzuna kalleş hissiyatsızlığım. bir sen duymadın demeyeceğim. mevlâ duydu, sen duydu.

dilek

hemen şimdi gömleği pantolunu ve tüm etiketleri çıkarsak da sokakları zapteylesek. o şehirler ve şehirlerdeki o nehirler isimsiz kalsa, sadece ıslaklık akan köprüler altında. çaresiz bakarken tek çare olsa çehrelerimizin sardığı bedenler. herşeyden vazgeçildiğinde dişimizle tırnağımızla yazdığımız ve kanımızla ilüstre ettiğimiz manifestonun altına kaç milyon kellepaça imza atacak diye beklemeden tüm gücümüzle vazgeçebilsek herşeyden. nehirler isimsiz, bulanık ve ılık ılık.

östaki sensin, üçüncü köprü de ta orana

ne söylesem bir yalana isabet edecek. zira yalan bir gezegenin evlatlarıyız. bazen sırf zaman geçsin diye zulüm ediyoruz birbirimize diyorum kendi kendime. ne söylesem bir saçmalığa tekabül ediyor. ben dostoyevski karakteri değilim kardeşim; delikanlı diye bir kitabın varlığından bile haberdar değildim ta ki üç gün evveline kadar. elime verilen g-üç'ten bile öyle nefret ettim, tak çıkar sök yağla dediler bana. elim titredi. östaki borumda sorun var komutanım dedim. mazeretim var işte, atış matış yapamam. ne bu hep aynı şikayetler sonra. hep aynı sarışın müsvetteler, hep aynı kırmızı kafalı nakaratlar. hayatın tadını da çıkarmıyorum, evet. hangi çöle gitsem bir acımtırak tad kalıyor dilimin ucunda. by the way, bir türk lirasının iki gavur eurosuna olan bu harika benzerliğinden dolayı sayın a.q. partisi maliye yetkililerine müteşekkirim. zira sayelerinde bir koyuyorum, dört (nestle kitkat) alıyorum (anlamayan molozlar için: bkz. döviz, parite, kur, vs.). bu sebepten öyle ki benim nur yüzlü burjuvam hatrına taraf bile okumaya başlayacağım, böle köşe yazarlarının linkini de dağıtacağım etrafa. çok 'delicious' olmuş diyerekten. darbeci karşıtı muhalif görünsem de fena olmaz hani.

birinden koptuğunda

seni en fazla acıtan karşındakine acımaya başladığın andır.