Nerden başlasam bilmiyorum. Sözcükleri olduğu gibi kullanmayı hiç beceremedim, spontanelik benim gibiler için çok zor. Öyle bir an geldi ki hayatta, o anın sonrasında herşeyin otomatikman ortaya dökülmesi için gerekli güveni duyduğum zamanlar çok az oldu. Bu güveni biri(leri)ne duyduğumdaysa genelde kırıldım, döküldüm.
Yok, acıların çocuğu görüntüsü verecek değilim, acımaktan da acınmaktan da nefret ederim. Vicdan başka şeydir, acımak bambaşka. Ama işte güven’im böyle böyle yıllar geçtikçe boşa çıkınca, kırılınca, geriye eciş bücüş sözcüklerle eski güven duyabilme yetisini kazanmak için bayağı çabalaması gereken biri olarak kaldım.
Güven? Vedat Türkali solun, yani katıksız güveni birarada yaşatmak için çabalayan insanların, bir zamanların komünistlerinin kaybettiği şey olarak mı düşledi de romanının ismini “Güven” koymak gereği hissetti? Ne ilgisi var, demeyin. Mülkiyetten vazgeçebilen ve sadece bedenlerin ve ruhların birlikteliğini arzulayan ve bunun için mücadele eden adamın, kadının vazgeçemeyeceği şeydir güven. Onun suyu, ekmeği, güneşidir; biricik yaşam sebebidir.
O yüzden güven duygusunu yitirmek demek, en azından benim için kendime de güveni yitirmek anlamına gelir ki, bunun adı yalnızca felaket olabilir. Başkaları ne kadar takdir ederse etsin, sırtını ne kadar sıvazlarsa sıvazlasın, felaket işte böyle böyle o güveni kaybetmek suretiyle kendine olan ihanetten ileri gelir.
Yoksa bin türlü Judas var şu dünyada, seni arkandan hançerleyecek. Ama ya sen ta kendin sırf bir Judas yüzünden varlığın şenliğinden vazgeçersen, işte o zaman felaketin eşiğine gelmişsin demektir. Ki eşik dediysem de aklına öyle hemencecik uçurumdan aşağı düşeceğin filan da gelmesin. Çok daha kötüsü eşik hiç bitmeyecek bir ölüm anlamına gelir, yürürsün, yürürsün ve kendini hep uçurumun bir adım berisinde sanırsın. Sonsuz azap dedikleri böyle birşeydir işte. Sonsuza dek bitmeyecek bir endişe eşliğinde, suçluluğun bitmeyecek karanlık tünelinde yorgun, argın, çaresizsindir ama yürürsün. Yürürsün yine de. Bitmese de, hiç bitmeyeceğini bilsen de yol almadan yürürsün. Kafka’nın Dava’sının son kısmındaki kapıcı hikayesini bilenler ne dediğimi de anlıyorlardır. İşte bu kendi cehennem kapısını seçen adamın hikayesi gelince akıllara, Kafka’ya binlerce küfür düzesim, ana avrat gidesim gelir. Sadece ona mı, bir de onun kitaplarını yakmayan Max Brod adlı adama. Böyle kitaplar yazıldı mı bir daha akıldan çıkmaz işte. Yıllar yıllar geçti aradan ve sadece bir kez okumama rağmen bu kitaptaki ve bu adamın başka kitaplarındaki türlü türlü kısımların aklımdan çıkmaması neden olsun, yoksa. Ki ben, kafası beşyüzbin karış havada olan ben’in okudukları kısa bir sürede buharlaşır da havaya karışır normalde.
Nerden başlayacaktım? Öyle zor ki sayın okur. Sen sayın okur’sun, ama haşa ben sayın yazar filan değilim. En az senin kadar ben de okur’um yani, ama sadece parmakları böyle klavyeye gitmese yaşadığını hissetmeyecek kadar hissiz bir okurum ben, canına okunmuş okurum. Tarkovski de “sanat eserinin sanat eseri olmasının minimum koşulu ölüme meydan okumak”tır gibisinden birşeyler diyormuş ya, onun gibi birşey işte.
Yoksa ne derdim olsun yazmak, okumak. Hepsini unutmak için çabalamadım mı sanırsın? Olduğu gibi olmak için. Ama bu “olmak”lığı tanımlayamadım işte. “Tanımlamayıver de yaşa işte, bak böcekler de öyle yapıyor” demesi kolay tabii ama ben bu sokaktan saptım, tanımlanamayan cisimciklere isimcik takmadan edemiyorum. Misal bir adres arıyorsun ama en baştan yanlış sokağa sapmışsın. Sonrasını getirmek için ondan baştan başladığın oyunun kurallarına göre oynamaktan da başka çaren yok. Hiçbirşey yokmuş gibi yapamam, bu yüzden. Yapanları da yargılamasam da garipserim, ne yalan söyleyeyim. Aapayrı dünyaların zenginlik olabilmesi için girinti ve çıkıntıların birbirleriyle uyuşması gerekir en azından. Yoksa farklılıklarımız elbette zenginliğimiz. Yoksa geçmişimdeki ve şimdimdeki onca güzel insandan çok şey öğrendim, ve umut ediyorum ki, öğreneceğim. Yoksa gözüme farklı gelen her nesne ve kulağıma dokunan her farklı tını beni yeniden başka bir ben yapar. Korkarım yeri geldiğinde, açılamam öyle kayıtsız. Ama sonal amacımız bir ırmağa boylu boyunca karışmak, onunla birlikte akabilmek değilse nedir?
Sıktım yine, biliyorum. “Başlarım diyeceklerine senin” demekte haklısın ama ben de başlayacağım diyeceklerime. Az sonra, çok az sonra.
9 comments:
Bir arkadasim vardi. Ben insana guvenmek zorundayim onlara guvenmeden yapmam derdi. Hepimiz oyle degil miyiz ki? Ama o insan'la kisileri ayirir, hic mi hic birbirine karistirmazdi.
Bu suna benziyor biraz. Insani sevmeye. Ama bu iskenceci, katil, pezevengi sevmeyi gerekli kilmiyor.
"Ben guvenirim; katiksiz guvenirim; o kisi guvenimi kotuye mi kullandi, beni aldatti mi, kandirdi mi hemen bilirim" derdi. Hemen bilirim cunku ben acik kartla oynadigim icin o gizli kacak yapamaz bunu zaten. Bunu gordugumde de o kisiye duydugum guven yiter. Kaybettiklerim (para mi, onunla paylastiklarimin guzelligi mi her ne ise) onun bedeli olur. Fiyati olur. Bedeli odenmis bir sinema bileti gibi. O kisi kendine ihanet etmistir. O kisi onursuzlasmistir. O kisi benim guvenimi yitirmistir. Ben de o kisiyi ve olasi guzel bir dostluk, arkadasligi yitirmis olurum. Kisiden umudumu yitirebilirim ama insandan asla umudumu yitirmem derdi...
Bir gelsen, baksan benim mahalleye. Bir şeyler yazdım bu yazıya müteakip.
Selam falan da ettim.
EG, haklisin, ne diyeyim. Aslinda madafaka kardesin konudusunda biraktigim yorum bu dediklerine biraz benziyor.
Tam tamına hissettiklerimi ifade ettiği için hiç aklımdan çıkmayan bir bölüm var Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşler'inde. Bir doktor Alyoşa'ya (ya da ismi her neyse, kardeşlerden birine) şöyle bir şey söyler orada: "Bir fikir, bir genel his olarak insanları çok seviyorum, ama tek tek insanlardan nefret ediyor, onlara katlanamıyorum" (Tabi kitapta daha veciz bir ifadeyle söylüyor).
Ben de EG'nin arkadaşının dediği şeyleri neredeyse kelimesi kelimesine en sevgili arkadaşıma tekrarlamıştım yıllar boyunca, hem güven hem sevgi bağlamında. Bu övünülecek, ulaşılması çok zor bir mantık da değil zaten;ve ne yazık ki asıl iş ondan sonrasında: bu fikrinize ilk ihanet eden kişi/kişiler yıllarca bunları tekrarladığınız dostunuz/dostlarınız olduğunda bununla nasıl başa çıkılacağında. Bu fikrin soyut aşkınlığının, tek tek kişilerden bağımsızlığının uzun vadede galip gelmesini ummak mı var yalnızca elimizde?
Buradan Sartre'a da geçilebilir ama geçmeyeceğim; bu konu benim çok hassas damarlarıma dokunuyor, kötü oluyorum. Sadece yazını sevdiğimi söylemek için geldim Tolga abi. Nadir olsa da bazı yazılarından sıkılıyorum elbette, yarısında bıraktığım bile oluyor ama bu onlardan biri hiç değildi.
valla lezzetli yazi tolga abi, eline saglik!...güven'i keyifle okumustum ve son sayfasina kadar soruya yanit bulamamistim "iyi de güven nerede?"....
sevdigim bir degerlendirmede tampinar'in "huzur"unun huzursuzlugun romani oldugu söylenir....ayni sekilde türkali'nin güveni'de herhalde düpedüz bir güvensizligin romani....böyle bakinca hem bu yazida söylediklerin, hem de madafakanin mahallesine ekledigin yorumun benim icin daha lezzetli oluyor....madafakanin söylediklerine noktasina kadar katiliyorum....sagci örgütler kendi kitlelerini "ahlak"lilik üflemesiyle düzerken, solcularin en önemli üflemesi de herhalde bu "güven"dir....isin örgütsel ideolojik kullaniminda baska bir yolu var mi, bilmiyorum...sikemeyeni sikerler....öte yandan senin isaret etigin yönüyle güven tamda bu sebepten "bundan baska"yi da icermek zrunda....
eg'nin arkadasi bana da baska bir arkadasimi hatirlatti....o tam tersini söylerdi, "ben insana inanmam, ama sana inaniyorum" derdi....
ben insana güvenmem ama sana güveniyorum, diyebilir miyiz....
Tolga Beyciğim,
Ne sıkılması yahu, ne sıkılması! Harikulâde! (Şimdi ben böyle dedim ya, Madafaka Bey kahkahayı koyverecek! N'apayım, iyiye iyi, kötüye kötü demek lâzım, elimden başkası gelmiyor. Al işte, yorumlar da yazıyı ne güzel tamamlamış işte...)
Sessiz kalmak istemediğim ama yorum yapmaya da mecalim olmadığı zamanlarda böyle +/- tepkisi vermek, hiç katılmamaktan daha isabetlidir diye böyle yapıyorum. Affola.
faruk usta,
ben de hassasim filan, ama dokuldum valla bu sefer...
kacakkova,
insana guven konusunda ben de kararsizim. insani nasil tanimladigimiz da onemli. 2 ayakli yaratiklardan bahsediyorsak, ben insana filan guvenmiyorum. hassasim abi mazeretim var.. bu konuda yazmak faruk'un dedigi gibi bana da zor geliyor. alip biralari konusmak lazim ;)
metin bey,
hosgeldiniz. eyvallah diyorum.
Kacak "insan"i daha nereye kadar soyutlariz bilemiyorum ama insandan guveni yitirmek "mutlak umutsuzluk" durumu gibi gelir bana. Insan ki Nazim'in dedigi gibi
"... toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. "
Aldatan ve guven veren de onlardir...
Tolga iki ayak dort ayak meselesi de pek ic acici degil valla. Ben o iki ayaklilardanim sen de. Ve iki ayakliligimizdan ote baska baska ozelliklerimiz var bizi farkli kilan ve insan'in bu yetenegidir ki umudu kesmeye gelmez ondan...
Belki son kertede mesele gelip bizim kendimize dayaniyor: Biz kendimize ne kadar guveniyoruz... Bizim kendimize guvenimiz karsimizdaki tek tek bireylere endexli ise isimiz biraz daha zor demektir. Karsimizdaki tek tek bireylerle dinamik bir iliskide ve bu iliskiye gore kendini toprak solucani gibi yenileyen bir yapida ise durum daha bir anlasilir ve basedilebilir haldedir...
Ha bir de sanirim kulturel olarak da bizim (ne yazik ki) zayif yanlarimizdan birini olusturur bu guvenb meselesi. Yani unutmayin ki bize verili bir duyarliliktir su "guven" hassasiyeti...
Abi ben bir "alterego" olarak su siirin tumunu degil de devamini yazmak isterim affola...
onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
Post a Comment