dama

sırrı abi sen okey ustasısın. ne anlarsın allasen? ama ben yine de anlatayım. zira halka inip, hakikatları anlatmak öncünün namus borcudur. şöyle ki, ben yenilmek üzerine kurdum tüm stratejimi. dur, gülme n'olur, alay etme benimlen. kalan son üç taşım dama olacak ya ondan diyorum. ne anlarsın hâlimden? sen en iyisi okeye dönünce, keyifli bi oralet söyle bana. portakallı olsun.

yoz

bir - koşuyoruz. neyin peşinde. tutturmuş gidiyoruz. başımızda sinek vızıltıları. ellerimizi sallıyoruz, yeniden geliyorlar. dadanmışlar.

dir - günü kurtarmak üzerine önerilen beden hareketleri. dersimiz. merhabalar ve gülegüleler. andımız. kendine güzel bakmana gerek yok ki. zaten güzelsin.

bir - kriz döküntülerinden kalanlar döşeniyor altıma. betonarme bir kravat bağlamak niyetindeler. belli. neyin peşinde koştuğumu bilmiyorum. ne aradığımı. sadece ekmekçik yediğimi, traş köpüklü ekmek kadayıfı özlediğimi, üç beş kağıt parçasına moloz moloz baktığımı, bir de binbir türlü tane hayali.

dir - seni çağırmıştım hayalettin abi? hani rakıları tokuşturacak, yanımızda yavuklumuz ellerimizi çırpıp, danslar edecektik. avrupa'da binseküzyüzlerde dolaşıp dururmuşsun. yıllardan ikibinikiyüzlünoksandokuz oldu. göremedik yüzünü hâlâ. bir selam da mı çakmayacaksın. illahi sakal mı bırakmamız gerek? çok ayıp. hem çin'e torpil geçtin, bize de geç artık.

bir - sen, sende kalan, sende kalan beynim, sende kalan beynimin gamma dalgaları, sende kalan beynimin gamma dalgalarıyla beta olanları arasındaki hiç bitmeyecek çarpışma. yaşasın karşıtların lezzetli birlikteliği. savunma mekanizmamın en tatlı, en biricik yerisin.

dir - hazine değildi aradığım. gözlerine takıldım. böyle bayağı pop şarkı sözleri yazıp, ünlü olacağım. rüküş gömlekler giyeceğim, seni anacağım. seni anacığım. seni anam, seni.

bir - mezarıma pityalin akıtmak en tabiî hakkındır. sinsice değil sincerely. togliatti'n.

ilüzyon

kar da yağar. yağmur da. kim bilir sel bile olur bu kentte. savaş çıkar. bulutlar nükleer olur. sen bile ölürsün. ben yeniden doğarım. işte anlam diye aradığın bu kadar, ıstırabı sonsuz,,, tek bir bakış kalır akılda, şifreler yere serpilir de, geriye dönüp bakarsın turuncu albümlere. zaman geçsin diye çözmeye çalıştığın yerde çözünür tüm öyküler. toz olur gider uzayın en boşluğuna.

herkesin katedrali

katedrali görmeye biz de gittik, ondan etkilenmediğimi ben de söyleyemeyeceğim, mimari de kesinlikle olağanüstü bir ayrıntıda cisimleşmiş bir güzeli içinde barındırıyordu. hava serindi ama yağmurun yağacağı yoktu.

ne zamandır hristiyan tanrıyı kabul etmek geliyordu içimden. hele bu katedralin görkemine şahit olduğumda bu kabullenme isteği daha da bir perçinleşti. bir aşkınlığın intihar ilanıydı benim için hristiyanlık. yakın zamanlarda bir tiren yolculuğunda ergenliğinde dehşetle rahip olmak isteyen gür sakallı isveçli bir psikologla tanışmıştım. birçok yolculukta olduğu gibi ilahi tadlar vardı diyaloglarda ve yine birçoklarında olduğu gibi birbirimizin adını bile sormamıştık. adamın yüzünde kutsal bir eziklik okunuyordu, isveç'in soğukluğuna meydan okuyan garip bir acziyet. dünyadaki herkesin acı çektiğini görüyordu. görüyordu diyorum, çünkü ona göre acı çekenler bile bunun farkında değillerdi. ondan, herkesin acısını konu edinmeyen bir mesleği taşımakta zorlanıyordu, ve sırf bundan olsun rahip olmak istiyordu ama kaderin cilvesi mi dersiniz nedir artık, ancak psikologluğa talim edebiliyordu. psikoloji dediğin eni konu ruhsuz rakamlarla maneviyat ölçümü ise, bu meslek, aynen tüm evrenin günahlarını toplayıp bir baskülde tartmak kadar saçmasapandı, hele bunu temel alıp, ağız oynatıp ibadet etmek,,, bundan daha tiksinti verici bir insanlık durumu daha yoktu belki. serserilerin göğüslerinde ve sırtlarında, striptizcilerin çatallarındaki haç dövmeleri gibi dövülmüş, hırpalanmış, parçalanmıştı adamın yüzü, ve çaresizce anlamsızlığı anlama dönüştürecek birşeyler arayıp durmuştu. dermansızdı, rahip olamamıştı ve artık bundan sonra da çok zordu, çok geçti. tiren kaçmıştı...

tiren yolculuğu bitiminde, ben de kendimdeki hristiyan tanrı itikadını sorguluyordum. çoktan beri inanmıştım ona aslında ve hemen ertesinde vazgeçmiştim. allahsızlık ve hristiyanlık arasındaki çizgi öyle inceydi ki... aradaki geçiş fırtına hızıyla tamamlanıvermişti. zaten onu çekici ve olağanüstü ilahi kılan da bu farkın anlamsızlığı değil miydi sanki? aradaki farkı tayin edebilmek bile zordu aslında. tanrının kendi varlığını reddetiği yerde insanın varolma koşulları gerçekleniyordu çünkü. bir adım attığımda artık suçu atabileceğim hiçbir 'şey' yoktu, mızmızlanmak artık riyakârlığın daniskasıydı,,, varlığın yokluktan süzülüp de üstümüze saldığı tek birşeyle başaçıkabilmekten başka da hiçbir ödevimiz yoktu evrende, özgürlükten başka hiçbirşeyle işimiz yoktu. isveçli herife elveda dediğimde bunları düşündüm. bu görkemli katedralde ise bunları düşündüğümü düşündüm,,, nice turist cirit atıyordu. hâlâ bakımı yapılıyor, yılların üstüne sardığı kir harıl harıl çalışan işçiler tarafından ayıklanıyordu. yanımdaki aceleci tipler yüzünden üst katlara çıkmaya bile fırsat olmadı. hemen sonrasında sırasıyla bir kafeye, ingilizce kitaplar satan ufak bir kitapçıya, ne idüğü belirsiz birşeyler yediğim balıkçıya ve bir irlanda pabına girdik.

en sonundaysa herkes gibi biz de siktir olup gittik köln'den.

not: hiç utanmadan hiç arlanmadan şu yazıya gönderme yapıp durduk işte.

atonalite

dünya otistikti. karakterler birbirine karışıyordu. bilhassa taşlı topraklı yollarda önüme sen çıkıyordun, bana bakıldığını farkettiğimde, gözgöze geliyorduk, ve bitiyordun o an. kayboluyordun. ben imgeni canlandırmak için aritmetik çabalar peşinde günlerce kıvranıyordum böylece. önüme çıkıyordun ve kayboluyordun. neticede ol nonlineer oedipal öykülerde harcanıyordum. kuruşu kuruşuna, eksiksiz olarak, veresiyesiz. otistik bir dünyada belki anlaşılırım diye ıslık çalıyordum. dil bilmiyordum. yamuluyordum, eğilip bükülüp, şekilden şekile giriyordum. beni tanımayan alim sanırdı, beni tanımayan usta, beni tanımayan eli her türlü işe gidecek yetenekli bir teknisyen bile sanabilirdi. bense seni her bulduğumda kaybederek her defasında yetisizliğini kanıtlayan kazmanın biri olup çıkıyordum işte. senin dinleme ihtimalindeki notalara takılıyordum... ve öylece kalıyordum kancanda.

yağmur gibiydin ama bir saksıya bile sığmıyordun. gülüşün öyle azdı ve öyle azdırıcı bir efekt yaratıyordu ki, bende ne marksizm ne narsisizm kalıyordu. kendinde komünar bir gülüşün sahibiydin sen. ben yaklaşıyordum sonra sana. bir feyk daha atıyordun, her dokunduğum sen oluyordu. tek gittiğim sinemada mesela elimi yan tarafa attığımda bomboş koltuk oluyordun. yağmur gibiydin, ıslatabiliyordun. bunu belli etmemek için korteksaltımın en saf, en çocuksu merkezlerinden yararlanıyordum. sen yanımdaysan o minicik talihli anda, yokmuşsun emrini iletiveriyordum beynime. yokmuşsun izlenimi veriyordum. varlığın dayanılmazdı çünkü. dayanılmayacak kadar sağnaktın.

ben arsızca hâlâ takip ediyorum yürüdüğün yolları. ama işyerlerinde basılıyorum genelde, büyük işler peşinde koşulsun istiyorum. şurda ne kadar kaldı ömrümüz sanki. daralıyorum papatyam. daralıyorum, ve hemen gevezeliğe vuruyorum kendimi o an. dünyanın tüm saçmalıkları, tüm utandığım anlar, yerin dibine girdiğim, yakalandığım anlar, anlar, anlar birikintisi. tüm bunlar sensiz geçiyor. çevremde ne çok insana sarkıyorum sonra. ama hiçbirinde senin mayhoş melodini bulamıyorum. oedipal karmaşalar yaşıyorum, bilsen ne papatya falları, ne kahve fincanları, ne iskambil kartları... bunun kutsiyetle alakası yok. bunun maneviyatla, bunun ruhla muhla, ıvırla zıvırla. işte ben sadece ve sırf şu bedenimle, parçalanmış ve gereksiz olanla. bu otistik dünyanın ayrık otları arasında kıvranıp duranla.

küçük çevreler kuralım n'olur. küçücük evlerimiz olsun. banyomuza iki kişi zor sığsın. durmadan şarkılar söyleyelim. en tepeye çıktığımızda, bırakalım yokuş aşağı kendimizi. en dibe vuralım. öyle güzel şarkılar çıksın ağzımızdan ki. adını sayıklayalım birlikte.

karabasan

hafıza denen yerde yeller esiyor. marx hangi kadına aşıktı, bilmiyorum. lenin avukattı avukat olmasına da, kaç davayı birden kaybetmişti de bırakmıştı mesleği, bilmiyorum. kant diyince aklıma sadece şekerli kaynar su ve radyasyon geliyor. radyasyon diyince kâzım koyuncu. o gelince hiç çıkmadığım yaylalar. yaylalar da daha yeni fırından çıkan sıcacık simitleri... biri gelsin ve durdursun bu silsileyi artık. hiçbir şey hiçbir şeyi ifade etmemeli.

ha bir de, her yatağa gidişimde düşünmeden edemiyorum: elimi kaldırmak istediğimde neden elim gerçekten kalkar? minibüsle dolmuşun farkını anlatmak zorunda kalacağım daha kaç insanevladı olacak bu dünyada? işte bir de buna takılıyor aklım. onun haricinde bomboşum ben, bombokum.