Böyle buyurdu bir dost. Hayata dair yenilgisine "kötü" sözlerimle katkıda bulunamazdım, onun içini daha da karartamazdım elbet. Karanlıktan bahsetmem en baştan yasaklandı.
Bu beni korkutuyor. Yaşamımızı saçma sapan hırslara kurban etmişken bunu görmezden gelip, o hırslara ağlamanın değersizliği her yerime batarken, kulakların tıkanması garip birşey. Melankoli değil dediğim asla. Melankoli birçok kez sahte hayaller yaratmanın aracı haline gelir görüntüdeki karanlığının aksine. Melankoli aslında içinde hiç olmadığımız sessiz garip gemiye sığınma hissimizi pekiştirir. Yaşanıl(may)an yaşamdan şikayetleri bir bir sıralarken, bir yandan da günahlarımızı maskeleyip, kendimizi hafifletmenin kurnazca yollarından biri olma potansiyeline haizdir.
Bundan günümüz sinik insanını çepeçevreleyen ideolojinin hegemonyası altında, karartı her daim sahte bir ışıkla kontrast edilmeli, hiç yaşanmamış olan geçmişin güzellemesi sonunda aslında hiç varamayacağımız o pürüzsüz fantastik gelecek mekanıyla süslenmelidir. Bundan melankoli aslında “tek başına” karanlığı kabul etmeye bir türlü yanaşmaz. Şimdi protesto edilirken unutulan şey tam da “şimdi”nin kendisidir. Hemen şimdi’nin olanaklarından kaçıştır.
Elimdekileri teker teker bırakmanın yolunu tutmalıyım. Üstümdeki tüm yüklerin hafiflemesi için tek yol, elimdekilerden vazgeçmeyi becerebilmem. Reelde elimde olan bir gözlüğüm, bir de laptopum var sadece belki. Geriye kalan herşeyse sanal. Ve ağzımdan çıkan, bırakayım dostumu, kendimdeki bir zavallı ben’in bile duymaktan pek hoşnut kalmayacağı bu işte: Saçma sapan sanal sapalak şeyler uğruna vücudumuzu ve onunla beraber aklımızı çürütüyoruz. Ve otoritenin buyruklarından sapacak bir yola girmeden de bundan kurtulmanın bir imkanı görünmüyor.
Herşeyi bırakmak demek herşeye yeniden başlamak demek aynı zamanda. Sıfır noktası dediğim, İsa’nın çarmıha gerilip yukarılara çıktığı an. Bu anın tüm zorlukları, yaşamın tüm zorunluluklarını bir çöpe fırlatıp atmak eyleminden kaynaklı olarak üstel olarak azalıyor.
En başından beri kendini podyumda sergileyen cüceler olmak zorunda kalmanın kendisi zor değil mi sanki? Bunun içinde bize bahşedilen güvenli yol kadar utanılacak başka ne olabilir? Bahşedilen güvenli yol için Güven’in kendisini kurban etmek yapılabilecek en büyük hata değil midir? Bize akıllıca yöntemler öneren tüm vaazların kaçırdığı nokta bu.
Lazım olan, elimizi kaldırıp, “Hayır” demek. Sonunda güvenli yolumuzun hasarlarını onaracaksa, protesto bile etmekten dahi kaçınmalıyız belki de. Acil, düşünmeden yapılan bir protesto tam da bulunduğumuz koordinatları garanti etmenin bir aracı haline gelebilir. Bu durumda atalet, harekete yeğdir. Ya da Ulrike Meinhof’un dediği gibi “protesto birşeyden hoşlanmadığınızı anlatmaktır, direnişse hoşlanmadığınız şeyi başka birşeye dönüştürmek için çabalamaktır”. Meinhof’un beynini çıkaran Alman doktora göre, “beynindeki tümör alındıktan sonra terörist eğilimleri artmış”mış. Yani psikiyatrımız Meinhof’un kısa sürede uslu bir gazeteciden bir RAF militanına dönüşümünü işte böyle beynindeki patolojik eğilimlerle açıklama yolunda gidiyor. Böylece teröristimizin neden terörist olduğuna dair bir bilimsel açıklama da getirmiş oluyor. Nöronlarımızı şöyle bir modelleyip, biz’i sınıflandırıyor.
Peki, Alman hapishanelerinde şüpheli bir intiharla hayatı son bulmuş olan Meinhof’un beynini gizlice, kimseye haber vermeden çıkarıp, bundan “bilimsel” sonuçlar çıkarmak yoluyla düzen karşıtlığını bir temele oturtma ihtiyacındaki ideolojik patolojiyi sayın doktorun beyninin neresinde aramak gerekir?
Kör olmuşuz. Dostumuzu görmeyi bırakın, önümüzü görmüyoruz. Saçmalık peşinde koşturmayı hayatta kalmak olarak görüyoruz. Üstünde ölçüm yapıldığında arıza çıkarmayan beyin, bitkisel bir hayata ait olmalıysa eğer, sağlıklı bir beynimiz var ve ölüyüz. Ne güzel.