http://reklamlar.tc/

Merhamet filan değil, Ay-dın-lan-ma!

Kristallnacht diye neye diyorlar biliyor muydunuz? Nazilerin Almanya'da ve Avusturya'da Yahudilere ilk saldırgan uygulamaları gerçekleştirdikleri zamanlara deniyor: evlerinden alıkoydukları, mallarını yağmaladıkları, binalara davut yıldızı çizdikleri, işlerinden attıkları, sinagogları ateşe verdikleri zamanlar...

Ünlü nörobilimci Kandel otobiyografisinde ilk çocukluk anılarının en dehşet kısmınına yönelik olarak Viyana'daki 1938 tarihli Alman işgaliyle başlayan Kristallnacht'tan sözeder. Alman işgali ifadesi durumu tam da doğruya yakın anlatmıyor aslında. Avusturyalıların Yahudi kökenli olmayanlarının ezici çoğunluğu Nazileri seve seve almışlar ülkelerine... Bunda şaşırtıcı olabilecek birkaç detayı eklememiz gerek: Almanlar gerçekten ülkelerine girene dek, Avusturyalılar "bağımsızlığı reyleyen bir refarandumdan çok yeni geçmişler" - yani 38'de Nazilere selam duran bu halk, işgalden daha birkaç ay önce onları açık bir dille reddetmiş - ve güç Nazilere akar akmaz, tüm bir politik tavırda çok ani bir değişikliği ve Yahudi komşularına inanılmaz saldırgan bir havayı hemencecik benimsemişler Avusturyalılar. Yahudilerin evinden, işinden, canından, malından, ibadet yerinden alıkonması o kadar güçlü bir şekilde desteklenmiş ki, söylediklerine göre böylesi bir desteğe Naziler bile şaşırmışlar.

Yahudi komşu'ya saldırganlığın boyutlarını bir tarihçi şöyle betimlemiş: Berlin'deki Kristallnacht Viyana'dakinin yanında bir Noel gecesi şölenidir.

Viyana'nın Yahudi nüfusu yaklaşık % 20-30, Viyana o zamanda dek Yahudilerin de katkısıyla müthiş bir kültür başkenti: Wittgenstein, Popper, Freud gibi dahi düşünürler bu katkıyı anlatmaya yeter. Bunun haricinde Gödel gibi büyük mantıkçıları, filozofları barındıran koskoca Viyana çevresi var - kendine özgü bestecileri, ressamları, sanatçıları, bilimcileri var. Tüm bu entelektüel doku Viyana'yı öyle güçlü sarmış ki, birileri "diğer şehirlerin aksine Viyana sokakları asfaltla değil kültürle kaplıydı" demiş durumu anlatmak için...

Viyanalıların ta içlerine çektikleri entelektüel havayı da denkleme katınca şaşkınlığımız daha da artıyor, değil mi? Yahudilere neden böyle aniden ve katıksız saldırmakta hiçbir beis görmedi sanat ve kültür sevdalısı Avusturyalılar?

Akla ilk gelen cevap kıskançlık, tabii. Lacanian dilde jouissance'ı çalan ve gıptayla bakılan komşuyu niteliyor Yahudi. Viyana'da tüm akademinin bel kemiğini oluşturuyor Yahudiler, hem bilginin hem de ticari gücün - bunu ilk fırsatta yok etmeye hazır "kıskanç" aryan bir halk var karşımızda.

Bugün Sırrı Süreyya Önder'in Radikal'deki makalesinde bahsi geçen Maraş'ta buldukları ilk fırsatta Alevi komşularına saldıran Sünni halkı görünce aklıma geldi Viyana'da olanlar:
"Tarım destekleme politikası ile zenginleşen Maraş ve civarındaki Aleviler Maraş merkeze göçerek 'yüzük taşı' misali yerlere talip olmuşlar ve almışlardı. Kent içi ekonomik etkinlik Alevilere geçmiş, Sünni halkın elindeki para da dönemin enflasyonist karakteri gereği süratle pul olmuştu. ABD görevlisi Alexander Peck de katliam öncesi kenti gezerken şu tezi işlemiştir: 'Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!' Aleviler kent içinde görünür ve etkin olunca sosyal hayata da dahil olmuşlardı. Mesela içkili lokantalara aileleri ile birlikte gitmeye başlamışlardı."
Dikkat edin: Alevi edindiği parayla karısı ve kızıyla içki içtiği restoranlara gidiyor Sünni halkı pek rahatsız ediyor olmalı öyle ki Sünni'nin kendi cennetinde kavuşacağı huri ve şarapta vücud bulan jouissannce'ı elinden alınmış durumda.

Maraşlı Sünni cahil halkımızın yaptıkları kültürlü Viyanalılardan hiç geride kalır değil - öyle ki "Maraş'ta 36 saat içinde yarısından fazlası 13 yaşın altında olan yüzlerce insan öldürül"müş. Kaçan türlü Alevinin ahlaksızca malına el konmuş. Bu ahlaksızlığı gizlemeyi öylesine seviyorlar ki, Maraş katliamını protesto etmeyi bile sindiremeyen, insanların acılarına bile saygı göstermeyen bir sağcı bir refleksi "devlet-millet" elele gururla bağırlarında taşıyorlar.

Tüm bu olanlara iç ve dış mihrakların oyunu gibi bir zeka gerisi söylemi, o sırada kentte gösterimde olan idiotik faşist filmi bahane etmeyi bir kenara bırakıp - daha katliamı bizzat keyifle yapan halk'a bakmak, onu incelemek, eleştirmek, gerekiyorsa onu mahkum etmek zamanı gelmedi mi?


İslami soslu bir gazın sağdan sola her yanımıza salındığı şu zamanlarda "halk güzellemelerini", Osmanlı övgülerini, modernizme karşı edepsiz hakaretleri dinlerken çok dikkatli olmak gerekiyor - Aydınlanma diye küfredilen fikriyat ve proje tam da Avusturya-Türk ortak yapımı bir kıskançlığın ötesinde bir yerde, insan'ın gelişimine, eşitliğine özgürlüğüne kardeşliğine vurgu yapıyordu. Bambaşka bir dünyaya ve insana inancın adı oldu hep aydınlanma. Marx da Freud da Einstein da aydınlanmanın has çocuklarıydılar.

"Aydınlanma değil merhamet, hoşgörü, vicdan" diyenler bilerek ya da bilmeyerek yeni Maraş'lar inşaa edecek ideolojik cehennem tuğlaları döşüyorlar. Kimse sizin hısımlığınızı, merhametinizi, irfanınızı, vicdanınızı, misafirliğinizi istemiyor - talep edilen ve edilmesi gereken çok daha basit ve kristal berraklığında: yasal temelde etnik ve dinsel kimliğe bakılmaksızın eşit bir yurttaşlık. Bu kadar.

Bu "basit" talep halkımızın ve onun üzerinden politika yapmaya hazır pohpohçu dinci ve liberal "aydın" takımının pek de işine gelmiyor olmasın sakın?

Çarpım Tablosu

Önce resim vardı. Bir kadın ve adam. Dans ediyorlar. Büyük ihtimal tango. Uyumlu bir çift gibiler. Adamın kafasında son derece modern bir şapka, kadının üçgen bir burnu var. Hemen tren rayının yanında. Bir ışık geliyor tren yolundan ve gölgeleri düşüyor yere...

Bir hiç demek bu tablo benim için. Çerçeveyi tam tersine çeviriyorum ve sadece gölgeleri görüyorum. Ne adamın ne de kadının hatları belirgin bu kez. Kimin kafasında şapka var, kimin burnu şu şekilde, anlamak namümkün. Ama eleleler ve büyük ihtimalle dans ediyorlar. Tüm hatları birbirine karışmış, vücutları, uzuvları, duyguları, nefesleri... Gölgeleri ise aksine öyle keskin ki bu kez. Gölgede çok belirgin bir şapka bir kadın burnu bir de ray. Tren yolu belki gidecekleri yolu temsil ediyor. Böylesi belirsiz bir birlikteliği fantazmalarında kristalleştirmişler keskin gölgeleriyle.

Şimdi'ye tapıyorlar belli ki. Ve tanrılarının esiri olmuşlar; geçmişleri ve gelecekleri demirden bir kafesken, esaretlerini silip atabilecekleri tek bir boyut kalmış: şimdi. Yani anın sonsuz bir hiçlikle dolup taştığı ve varlığın nostaljisinden ve endişesinden uzak konsantre oluşun tadı... herşeyi bir anda yaşıyorlar. Sevdikçe sevişiyorlar; kokladıkça koklaşıyorlar. Kim kim ola ki bu resimde? Kadın bir adım atıyor ve erkeğe karışıyor. Hangisi hangisi, kim bilir... Vücutlar orada ışığın tayfına göre boyutlanıyor. Kafalar öyle büyük ve tabanlara gittikçe lineer bir azalış mevcut o keskin gölgelerin aksine... Orada organlar yok. Tren rayları ise sadece bir düş. Hep binmek istenen ve yolu dünyanın her yerinden geçen, arada leziz yemeklerin servis edildiği, zevklerin sefaların sürüldüğü, komşu koltuklarda öpüşenlerin izlendiği bir yolun kollektif bir düşe izdüşümünden ibaret koca bir tren rayı...

Yoksa, hiçbir şey yok. Adam ve kadın aslından bir tek belirsiz anın vücut bulduğu bir düş. Kimler düşlüyor bunu?

Sen, ben, herkes. Hepimiz gözümüzü dikmişiz onlara, feyz alıyoruz. Kafamızda tango, bir orospuluk inceden inceye zehrini yayıyor damarlarımıza... orada teori yok, orada izlenim ya da fenemonoloji... orada kelimeler yok. Korkutuyor bizi bu.

Ve tablomuzu yeniden tersine çeviriyoruz. Şimdinin zevki, dehşetine yenik düşüyor, spiker kaç gol yediğimizi anlatıyor, futbol yorumcularının alay konusu oluyor, halkın diline düşüyoruz.

Tablomuz yine keskin, yine şimdiden fersah fersah uzakta. Herşey güvenli ve akılcıl ama akıcılıktan çok uzak bir resmin piksellerine indirgiyoruz kendimizi. Bunu bilerek ve korkudan yapıyoruz. Açıklayabiliriz tüm olan biteni. Neden ve sonuç. Hakettiğimizi yaşıyoruz, terkedilmiş bir halkın askeri bir darbeden medet umuşuyuz. Kimse bizi umursamayacak, bizi de ırgılamayacak hiçbir şey. Şimdi'nin o dehşet varlığından daha meşakkatli olanı mı var allah aşkına?

Biz yorgunduk. kırgındık. paramparçaydık. ve tüm köşegenlerinin sertliğiyle o resme ihtiyacımız vardı işte. Paramparçaydık ya, kendimize ihanet etmeseydik de başka n'aapsaydık yani?

Love in the East

Şu Woody Allen diyaloğu pek fena güldürüyor:


- Çok karmaşık bir durum,kuzen Sonja.Ben Alexi'ye aşığım. O, Alicia'yı seviyor. Alicia'nın Lev ile ilişkisi var. Lev, Tatiana'yı seviyor. Tatiana, Simkin'i seviyor. Simkin beni seviyor.Simkin'i seviyorum ama Alexi gibi değil. Tatiana'yı kardeşi gibi seviyor. Tatiana'nın kız kardeşi Trigorian'ı kardeşi gibi seviyor. Onun kardeşi de benim kız kardeşimle birlikle...ama kız kardeşim onu ruhen değil fiziksel olarak seviyor.

- Natasha, aşk, acı çekmektir. Acı çekmemek için insan aşık olmamalı. Ama aşık olmadığın için de acı çekersin. Yani, aşık olmak acı çekmektir.Ama aşık olmamak da acı çekmektir. Acı çekmek, acı çekmektir. Aşık olunca mutlu olursun. Acı çekince mutlu olursun ama acı çekmek insanı mutsuz eder. Bu durumda, mutsuz olmak için, insan sevmeli ya da acı çekmek için sevmeli ya da çok fazla mutluluktan acı çekmeli. Umarım beni anlıyorsundur.