Bir önceki post’ta ifade etmeye çalıştığım bendeki ‘bakış’ değişikliğine sebep olan ya da tetikleyen en önemli metin sanırım Meillassoux’un After Finitude isimli eseri oldu. Kitap hakkında o ara birşeyler yazmıştım.
Şu basit gerçek beni daha bir cezbetti: İnsan olarak algılayamayacağım nesnedeki (Kant’da kendinde şey, nomen) şey ‘var’dır ve ana eleştirel felsefi eğilimin aksine bu ‘şey’ hakkında konuşulabilir. Yani ‘dil’in dışına da çıkılabilir’, ‘dil evimiz olmak zorunda filan değildir’.
Bunu gayet basitçe Platonik mağarada modelleyebilirim: Ellerim kollarım bağlı mağarada oturuyorum, gölgeler ‘algılıyorum’ (daha doğrusu gölgeler ben’de algılanıyor). Gölgeler görüyorum demedim, çünkü burada ‘görme’ sadece göz ve beyindeki görme merkeziyle gerçekleşen bir olayı da aşıyor. Gölgeler farklı duyumlarla ‘algılanıyor’, ‘anlam katılıyor’, ben tarafından algılanan ‘fenomen’lere indirgeniyor. Freud’dan beri biliyoruz ki, bu algılanmanın tamamı ‘anlam’a, fenomene katılmıyor; sadece küçük bir kısmı... Yani anlam dünyasına katamadığım bir yığın kod nöronlarda var – o anlamlandıramadığım ama varolan tam da Freudian bilinçdışı’na denk düşüyor: Things that I don’t know that I know; unknown knowns... Bildiğimi bilmediklerim. Aslında "bildiğini bilmediğin" ifadesi semantik olarak bir yanlıştır tabii ama bu karmaşa cümledeki iki eylemin özce farklı olmasına rağmen ‘bilmek’ sözcüğüyle eşlendirilmesinden kaynaklı... Bilmek kabaca üç basamaklıdır denebilir: Algılarım, kodlarım ve anlamlandırırım (fenomene indirgerim). Bu üçüncü basamak eğer gerçeklenmezse bu bildiğimiz anlamda ‘bilmek’ olmaz. İlk iki aşama ile dışarıdaki şey’i ben’de kodlarım, ama fenomen olarak anlamlandırmayı (türlü sebeplere) beceremem. Böylece bildiğimi bilmemiş olurum!
Neden? Türlü sebepler dedim. Bu sebeplerden biri Darwinci adaptasyonla açıklanabilir, zira birincil, primordial amacım mağaraya uyum sağlamak, o mağarada olabildiğince parazit olarak genlerimi taşıyabilmek. İhtiyacım olmayanı neden anlamlandırayım? Tabii aynı zamanda öyle ‘mükemmel’ varlıklar olmadığımızdan ya da dinlerin varsaydığı gibi evrenin efendisi olmadığımızdan da olabilir bu. Kaynaklar kısıtlı! Vahşi ve bitmeyen kavgada ‘manyetik dalgaları’ algılayabilecek bir duyumuz mevcut değil mesela. Öyle olsaydı, türdeşlerimiz primatlarla cep telefonuna ihtiyaç duymadan, en başından haberleşebilecektik halbuki. Daha başka çok sebep sayılabilir ama bu konuyu kapatayım.
Dediğim, ihtiyacım olmayanı anlamlandırdığım anda, bilişsel mekanizmalarımda bir karmaşa olacaktır ve kolayca yem olabilirim. Koşmam gerektiğinde koşamayabilirim – Bu anlamda ilkel dünyada ilk yem olacak olanlarımız entelektüellerdir muhtemelen!
‘Aydınlanmanın öznesi’ olduğumuzda, ihtiyacımız olanı da artık farklı tanımlamaya başlamış oluyoruz. Bilebildiğimiz kadarını bilmek! Bu suretle mağaraya yansıyan resmin kendisini hedefliyoruz, resim dediğim asla tanımlayamadığım ama bilmek için çabalayacağım, elimden geleni ardıma koymayacağım şeyler bütünü. Bir önceki yüzyılda misal Naziler gibi canavarların çıkması aydınlanma’nın elbet bir semptomu olabilir tabiatıyla, çünkü o resmi anlamak yolunda bir mentalite basbaya canavarca bir yönelimdir. Ama sırf bu semptomundan ötürü “canavar”lıktan vazegeçilmemeli. O semptomları, yan etkileri anlamanın ve gerektiğinde törpülemenin yolu da aydınlanmayı temel almaktan geçer; keyfi semavi metafizik önerme ve pratiklerden değil. Frankfurt okulu bazı düşünürlerinin ıskaladığı nokta bu dediğim olabilir.
Şimdi mağaradayım, gölgeler benim içimde olaylar silsilesi olarak gerçekleşmek suretiyle algılanıyor (merkezsiz ben) ve bilebildiğim kadarını bilmek istiyorum (özne). Bir de ‘teknoloji’ var tabii, mağaranın duvarına yansıyanın farklı özelliklerini ortaya çıkarmak, iyi projeksiyon aletleri kullanmakla mümkün. Misal elektron mikroskobu ile hücre hakkında çok daha fazla bilgi sahibi olma olanağım oluyor.
Ben’den vazgeçmemiz gerekiyor bir noktada. Zira mikroskop, yarasa, ben hepimiz mağaranın içinde ve dışarısıyla birşekilde haberleşiyoruz. Yarasa kendindeki radarı kullanarak farklı boyutları algılıyor, köpek benim ulaşamadığım dalga boylarını algılıyor, farklı ‘görüyor’. Demek ki mağarada ben tek değilim. Türlü nesneler farkında olmasam bile benimle sürekli etkileşim halinde.
Mesela Google diye birşey icat oluyor. Artık izlediğim filmle ilgili didaktik detayları hafızamda tutmak gereği duymuyorum. Anahtar bir kelimeyle araştırıp bulabileceğim koca bir veritabanı önümde varken, neden yapayım bunu? Beynim ‘benden’ habersiz gerekli düzenlemelerle hafızamın çalışma dinamiğine narin fırça darbeleri atıyor bunun için. Değişiyorum.
O zaman fenemonolojik ‘ben’ ne için var? Anlamlandırmak neden gerekli? ‘Bilebildiğini’ ve hatta bilinçdışından da dem vurduğumuza göre ‘bilemediğini’ bilmek için mi? Platon bunları duysa heyecandan kuş olup kanatlanmaz mıydı? Müthiş zamanlarda yaşıyoruz. Farkında mıyız?