Pascal vs. Dawkins


Pascal, İnsan İlminden Tanrı İlmine Geçiş ("Transition from knowledge of man to knowledge of God") başlıklı metinde insani evreninin çok büyükten çok küçük ve çok küçükten çok büyük olduğunu söylüyor. Bunu harikulade zengin detaylandırıyor.

Bence o zamanlarda yapılmış harika bir gözlem! Sonsuz insana ulaşılması zor geliyor, ama "hiçlik"e ulaşılmak da aynı derece zor zaten. Kuantum mu geldi aklınıza? Pascal epsilonu ve sonsuzu böyle güzel eleyip duruyor - ve tüm cümlelerinde Tanrı, İsa, azizler, mucizeler var; bazen can sıkıcı şekilde bol var - metinde bilimsel diskurla kafasındaki dinsel virütel kurgu birarada. İsa ve Tanrı ile epsilon ve sonsuz nasıl biraraya gelir? Pascal bu metinlerde neden sürekli Hristiyanlığı doğrulamak için "akılcıl" önermelerde bulunuyor?

Pascal'ın sırf bu bahsettiğim makalesini okusaydınız, "Tanrı düşmanı" Dawkins'in şu TED konuşmasını izlediğinizde aradan koskoca bir 500 yıl geçmesine rağmen bu denli benzer argümanları duyunca şaşırırdınız, Pascal'a hayranlık duyardınız. Bu videonun temel aldığı metni Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'nın (The God Delusion) son chapter'ında da okuyabilirsiniz.

Pascal fanatikçe Tanrı, İsa, Hristiyanlık diyip duruyor; Dawkins ise bunun tam aksine aynı kitabın tamamında şiddetle bunları gerekçelendirerek reddediyor, yeri geliyor Pascal'ın Wager'ının ne denli sakat bir mentalite olduğunu sağlam argümanlarla tartışıyor sayfalarında Dawkins... Ama, işte videodaki konuşmayla örtüşen kitabın o son kısımda evrenin ilginçliğiyle ve orta evrende yaşamamızla ilgili dedikleri ile tam da Pascal'la çok acaip benzeşiyor. Acaip evrenler olduğu gibi, ironik de bir düşünce dünyası var.

Buradan kolayca "din"in zekayla ya da bilimsel düzeyle "direkt" bir ilişkisi olmadığını söylemekle yetinemeyiz elbette. Din virütal bir mem'se eğer, işgal ettiği beyinleri kuşatıyorsa, "illahi" insanın dışsal maddi gerçekle olan ilişkisine zarar veriyor diyemeyiz. Çünkü işgal ettiği objeyi (insan beynini) ve o objenin ilişkide bulunduğu objeleri (mesela ekonomik sistem, devlet yapısı, ideolojik aygıtlar) gözönüne almadan aslında hiçbirşey diyemeyiz.

Bir materyalist olarak bir dışsal maddi dünyayı kabul etsem de, aynı dışsallığa ulaşmamın tek yolu ona dair kafamda kurduğum bir "model" olduğunun hep aklımızda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Bu model'i gelişkin bir düzeyde ancak soyut'ta kurgulayabilirim - dinsel mem'in tüm birimleri misal cinler, İsa, peri, Hira, cebrail, miraç, Ali, Burak, Düldül bizzat bu soyutlamayı bambaşka zengin bir düzeyde gerçekleşmesini zorlamıyor mu? Evet. Belki de spesifik (diyelim monoteist) bir dinsel kurgu bu durumda bilimsel bir bilgiye destek olmuş olabilir, onun ortaya çıkmasında itici güç olmuş olabilir. Bu ikisi arasında vakti zamanında enteresan ve sıkı bir ittifak kurulmuş olabilir.

Ama bu hala o ittifakın kurulabildiği anlamına gelmez. Aradan çok sular aktı. Bilimsel bilgi ile dinsellik arasındaki simbiyotik ilişki son bulmuş diyebiliriz - çünkü özellikle ikincisi büyük evrimlerden geçti. Modern insan ve din arasındaki ilişki hakikat avcılığından artık ötede ve buna çözüm bulmak için de zeka - din - ateizm gibi şeyler arasında ilintiler yapmak bana makul gelmiyor.

Dinin virütalliği - ve ona yapısal olarak neden ihtiyacımızın olduğu sorusunu es geçemeyiz. Belki de soruyu memetiğe uygun olarak tersten sormak çok daha doğru: Din bize neden ihtiyaç duydu?

sayıklama

Çok şey kazanmaya giriştik. Girişmemizle bir meşgale bulup herşeyi unutacaktık. Çok boş konuşuyorsun. Okuyucu hiç etkilenmedi. Nasıl bir giriş o. Çok şey kazanmaya giriştik. Mesela neyi? Daha açık ol, sen bence sözcük hazinesizliğinden, bu tasvir yetisizliğinden dolayı kısa kesip, bir de üstüne üstlük artistmiş gibi davranıyorsun. Ama kimse yemiyor. Bu bilgi çağında kimse yemez bunları. Okunmak istiyorsan, önce oku, sonra yazdıklarına bir delete atmayı bil, efendi. Boş konuşma, kimse yemez. Öyle aklına geleni yazıyorsun da amacın ne senin. Beğenilmek mi. Aferim denmesi mi. Sen bile inanmıyorsun dediklerine. Bak diyelim bir yazıya başlayacaksın. İlla kelimeler yetersiz gibi klişe ve estetik yoksunu bir cümleyle girişiyorsun işe. O dediğini biliyoruz da, sen üstüne ne katıyorsun. Hem madem kelimeler böyle tukaka sen ne diye bu kelimeleri kullanmak derdindesin. Sen adamı hasta edersin.

It's Istanbul, not Constantinople, babe!

İşte şehre geldik. Ne çok değişmiş gibi geldi bana. Bense şunu farkettim kendimde: Eskisi gibi sözcükleri dolandırıp kullanamıyorum – orada bir estetik bulmuyorum. Politikaya özellikle seçim politikasına dair pek bir ilgim yok. İçkim ve sigaram arada var, tamam. Belki buradan yırtarız hayat nezdinde.

Günler öyle bir hızla geçiyor ki yaya taşıtlı filan demeden altta bırakıp, eziyor. Meme teorisine kafayı takmış durumdayım. Şeylerin biçimsel aktarımı – varyasyon, kalıtım, seçilim gibi üç temel evrensel Darwinist kurala bağlı olarak gerçekleşebilir. Olağanüstü bir aktarım yolu... Tekrar, tekrar, tekrar. Biçim ve “öz” arasındaki diyalektiği burdan incelelemek işleri kolaylaştırıyor gibi...

Bir de Althusser’in “aslında çok şeyi aklımda gerçekleştirebilldiğimi anladıktan sonra kendimi pratiğe dökmek gerekmediğini anladım” gibisinde birşeyler lakırdayışını anımsıyorum ara ara. Bu alıntı Gelecek Uzun Sürer'de olmalı sanırım. Korkutucu bu fikri çok kolay duyumsayabiliyorum ben de. Birşeyi teorik olarak temellendirdikten sonra o eylemi “zevk”le gerçeklemenin imkanı ve gereğine dair düşünceler pır pır ediyor aklımda. Camus felsefe“intihar etme”nin gereksizliliğine ya da gerekliliğine dokunmaktan kaçamaz derken haklı sanırım...

Ne yazdım ben yahu, şimdi baktım da, sanırsın Öcalan’ın İmralı notları olmuş. Ama rutubeti, trafiği ve seçiimleri bir kenara atarsak sağlık durumum yerinde sayılır. Hepinize selam gönderiyorum. Burada gülüyoruz.