Tschüss!

Oturduğum sokağın pizzacısına, pastanesine, postanesine, La Dolce Vita’sındaki Espresso Machiato’ya, Elmalı payına, eczanesine, durağına, Ren nehrine, saat kulesine, trafik ışıklarına, Volksgarten’a, şatosuna, ördeklerine, yamuk artistik binalara, müzelere, lahmacuncusuna, Parkinson'lusuna, jazz barına, Çin Tay restoranında acı sosuna, kızarmış pirincine, portakallı nane çayına, sarışınına, esmerine, Japonuna, barına, partisine, karnavalına, sarhoş bağırışlarına, Beyazıd mescidine, filmcisine, anlamadığım sözcüklerine, Bierbrauerei’sine, Reibekuchen’ına, Fortuna’sına, sosisçisine, dönercisine, Alt koyu birasına, Hollanda patatesçisine, sokakta hokkabazlık yapanına, müzik kutusu çevirenine, Cumartesi sabahtan biraya başlayanına, Irish barına, yağmura, fırtınasına, yabancılığa, anlaşılamamaya, hiçliğe, bulaşık canavarına, Almancasına, Almancısına, şanseseri gidilen Newroz’una, McDonald’s tuvaletlerinde bekleyen kara tenliye, berduşuna, hippisine, gece yarısı yiyilen pizza dilimine, İspanyol merdivenine, tramvayına, metrosuna, Hauptbahnhof’a, gökyüzüne, pazarına, plaklarına, snobluğuna, aynı anda sokakta Şivan Perwer ve Bob Dylan dinleyebilmeye...

Arkama bakmadan. Elveda. Sesim duyulmaz bilirim. Olsun, bir sonraki hiçyer’e de merhaba.


Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana’sı

Mutlak Töz’de vakti zamanında yazdığım bir yazıda Meillassoux’un ilinticiliğe açtığı savaşın bizler (materyalizm) için çok önemli potansiyel sonuçları olabilir demiştim:

...Bunu Türkiyeliler olarak farkında olmak daha da önemli. Çünkü ülkemizde politik ve kültürel konumundan kaynaklı olarak, (sözde) felsefe, metnin kendisini aşabilmiş değil, ve sırf bu yüzden “metin ve referans sıralamak”, örneğin Hegel’den ya da (eğer bizim felsefeci iddiasındaki zatın zihinsel kapasitesi o denli bile gelişmemişse) Derrida ve türevlerinden yola çıkıp “obsküranist” bir kendi içinde “tutarlı” (ki tutarsız olanları daha fazla ama neyse!) ama “fantastik” girişimlerde bulunmak gayet kolay ve yarı-entel müritler tarafından “felsefeci” etiketi yapıştırılmaya yeter durumda ne yazık ki. Halbuki felsefe, imaj’daki ve söz’deki parlaklığın çok ötesinde bir araştırmaya, hakikatın ve gerektiğinde karanlığın kendisine doğru inatçı ve yine yeri geldiğinde gayet “sıkıcı” olabilecek bir mecraya açılmakla gerçeklenme şansı bulabilir. Sırf bu yüzden olsun kendi efendi gösterenini kaybetmiş psikotiklerin ya da şimdinin nihilistlerinin boşluklarını doldurmak, fantazilerini sağlama almak için felsefe’nin araçlaştırıllaştırılarak hadım edilmesine engel olmak, onu bu türden bir gericilikten kurtarmak gerek! Bu da hepimize, bilimcisinden militanına kadar sistematik ve kararlı bir çaba gösterimini gerekli kılıyor. Ve Meillassoux’un After Finitude‘u bu yönde atılmış ilk ve çok önemli bir adım, ve şükürler olsun ki meyvelerini de şimdiden veriyor.

Saffet Murat Tura’nın yeni kitabı “Madde ve Mana” tam da bahsettiğim lezzetli “meyveler”den biri olarak görünüyor. Kitabın temel tezlerine gelmezden önce Tura’nın kendi kişisel tarihinden de verdiği izleri vurgulamak isterim:

“Althusser’e bulaşmış, bilime bulaşmış, psikanalize bulaşmış, dil felsefesine bulaşmış, varoluşçuluğa bulaşmış” Tüm bu kişisel arkaplanda doğal olarak bende sempati uyandıran birşeyler var, çünkü tıpkısının aynısı olmasa da benzer yollardan geçtiğimiz durumu... (“Beraber yürüdük biz bu yollarda”) Kitabın başarısını Türkiye sol tarihine dayandırabiliriz aslında: Badioucu anlamda Türkiye sol hareketini bir olay olarak değerlendirirsek, İstanbul’da yaşayan bir tıpçının elinden çok farklı alanlara-disiplinlere dokunan ve kendine “diyalektik materyalizm”i bir tür rehber edinen bir olay sonucu olarak bu kitaptan ve yazarından bahsedebiliriz. Örneğin sonuçları bu kadar geniş alanlardan beslenen bir kitabı Almanya’da ya da Finlandiya'da yaşayan kendi halinde bir tıpçının yazması beklenemezdi. Demek ki Türkiye sol hareketi (Kürt özgürlük hareketini dışarıda bırakırsak) bir fiyaskoyla sonuçlanmışsa da, o yenilgilerden önemli bir düşünsel güç biriktirebilerek bizi ödüllendirdi.

Kitap basit bir soruyu temel alıyor: Nasıl oluyor da fiziko-kimyasal süreçlerle açıklayabildiğimiz nöronal aktivitelerden ibaret zihinsel süreçler aynı zamanda “mana”ya haiz olabiliyor? Nasıl oluyor da madde rasyonel bir anlamı içinde barındırabiliyor? Diyalektik materyalist tez kısaca elementer fiziko-kimyasal süreçle bilişsel-zihinsel sürecin bir ve aynı şey olduğunu söyler. Önce beyinde bir olay ve sonrasında doğan bir düşünce yok, ya da bunun tam tersi bir nedensellik söz konusu değil: Bu ikisi “ontolojik” olarak bir ve aynı. Ya da bize bu noktada öznel gelen herşey aslında nesneldir diyebiliriz. Olayı elementer bilimsel düzeyde açıklamak ve başka bir boyutta hermeneutik boyutta anlamlandırmak birbiriyle bağdaşmayan iki başka boyut bir ve aynı şeyi anlatıyor.

Bu dediklerim akla ister istemez Zizek’in paralaks tezini getiriyor: Birşeye bakış açımıza bağlı olarak farklı açıklamalar getirebiliriz – ve bu farklı boyutlar birbirleriyle epistemik olarak bağdaşmazlar, birbirlerine indirgenemezler. Ama bu ontolojik bir ayrılık anlamına gelmez.

Saffet Tura’nın kitabı Zizek’ten farklı olarak “kartezyen özne”ye bol eleştiri üzerinden yürüyor. Tura’nın dediği gibi günümüz nörobilimi sayesinde biliyoruz ki Descartes’ın” düşünen ben” ile “bedensel ben” ayrımı tamamen yanlış - kartezyen yanlgı günümüzde bilim cephesinde çok açık. Felsefe, çoğu zaman olduğu gibi yine bilimin arkasından geliyor bu noktada.

Tura’nın verdiği “split brain” (yarık beyin) durumu mesela: Beynin sol yarımküresiyle sağ yarımküresini birbiriyle ilişkilendiren korpus kollasumun olmadığı bireyler çok ilginç davranışlarda bulunabiliyorlar. Şöyle ki bu vakalarda mesela “”sağ eliyle karısını döverken sol eliyle kendisini tutan” örneklere rastlanıyor: Burada özne hangisidir, döven mi tutan mı? Kartezyen idealizme kanarsak, buradan bu vakalarda iki “ruh” var dememiz gerekirdi. Tura buradan çıkışla haklı olarak “varolan öznesiz varoluştur”, “düşünüyorum öyleyse varım yanlış bir önermedir – çünkü düşünce şahıs düzeyinde gerçeklenen bir edim değildir, sadece beyinsel bir olaydır” diyor.

Yarık beyinler’le ilgili daha ilginç gözlemler de var:

Bir deney koşulunda uygun yöntemler kullanılarak bu vakalardan birinin sol beyin yarım küresine bir tavuk resmi sağ beyin yarım küresine de bir kar manzarası gösterilerek hastadan önündeki çeşitli malzeme arasından gördüğü resimle alakalı olan bir cismi seçmesi istenmiştir. Dilsel kapasitesi daha çok gelişmiş olan ve tavuk resmini gören sol yarım kürenin yönettiği sağ el bir tavuk ayağı seçerken kar manzarası gören sağ yarım kürenin yönettiği sol el ise bir kürek seçmiştir. Hastaya niçin tavuk bacağı seçtiği sorulduğunda dilsel kapasiteye sahip sol yarım küre bir tavuk resmi gördüğünü, bu nedenle tavuk bacağını seçtiğini söylemiştir. Yani sağ yarım kürenin bir kar manzarası gördüğünden habersizdir sol yarım küre. Bu durumda sol eliyle niçin bir kürek seçtiği sorulduğunda verdiği yanıt şöyle: ‘Tavuklar altlarını fazlaca kirletirler. Temizlemek için seçtim’. Yani sağ yarım kürenin maksadını (karları temizlemek maksadını) bilmeyen dilsel sol yarım küre sol elin davranışının maksadını akılcılaştırarak açıklamıştır.

Bu örnekte beni heyecanlandıran birşeyden sözedemeden geçemeyeceğim: Sağ yarımkürenin gerçekleştirdiği “akılcılaştırmaya” yakıştırılacak mefhum benim açımdan çok belli: Çıplak pür ideoloji. Freud’un temel mottosu “Wo es war, soll Ich werden size daha anlamlı geliyor mu şimdi? Psikanalizin etiği günlük hayatta bize esrarlı gelen akılcılaştırdığımız şeylerin (meta fetişizmi gibi) “algılamamızı” salık veriyor.

Peki günlük hayatta bu yanılsamaya neden ihtiyaç duyarız? Basit: Yaşamımızı sürdürdüğümüz toplumsal yapıyla ilişkilenmenin yolu bu tarz bir “egosal” ehlileştirmeye muhtaçtır. Bu ideolojik akılcılaştırmaların bedeli de psikanalizin hedef aldığı patolojik semptomlardır aslında. Herşeyden önce Freudian psikanalizin Tura’nın bahsettiği “öznesiz oluşu” bilerek ya da bilmeyerek varsaydığını söyleyebiliriz. Belki de “davranışsal ego psikolojisiyle”temelden ayrışan psikanalizin en devrimci ve bilimsel yönünün özneyi bir bütüne değil (imgesel olana değil) ama aslında “boşluğa” (gap) yerleştirmesinin sebebi budur. Burdan bakıldığında açık ki psikanalizin özne dediği Tura’nın bahsettiği Kartezyen (zihinsel olan) özneden temelden ayrışıyor. Bu kısımda söylenecek benim açımdan çok söz var, şimdilik kısa kesiyorum.

Tura’nın kitaptaki en önemli vurgusu anlamın bizzat maddi olanda varolduğudur ve normatifliğidir– onun fizik tarafından incelenememesi anlamın maddi olmadığı anlamına asla gelmez. Bu konuda yardımımıza Darwin yetişiyor: öznesiz bir varoluş olarak “doğal seçilim”e dayalı olarak açıklayabildiğimiz örneğin “bitkinin güneşe dönme davranışı” gayet anlamlıdır, ama bu anlam maddi bir örgütlenmenin rasyonel nesnel tavrından başka da birşey değildir – bitki sırtını bir özne olarak güneşe dönmez, bu nesnel bir olaydır. Demek ki rasyonel olan zaten maddeye içkindir ve “maksad”ı maddi olaylardan hareketle parça-bütün diyalektik ilişkisinden yola çıkarak maddi bir örgütlülüğün içine girdiği başka nesnel pratiklerle ilişkisine dayalı olarak açıklayabiliriz. Tüm bu tezler bana çok fena “nesne temelli materyalist felsefe”yi anımsatıyor. O da ilinticiliğin eleştirisi olarak son yıllarda geliştirildi zaten.

Tura’nın metni ile ilgili olarak tartışabileceğimiz çok şey var. Hiçbirşeyden olmayacaksa, zamanla bu tartışmalarımızı sürdürmek Türkçe yayımlanmış böylesi bir metne olan en temel borcumuz olmalı.

Son olarak tüm bu diyalektik materyalist tezin aslında hem varoluşsal hem politik ne’liğimize ve ne yapmak lazımlığımıza dair işaret ettiği yeri vurgulamak isterim: Dışarısı. Son zamanlarda çevremde “sıkılmış” herkese anlattığım şey de bu. Hakikat çaba gösterip elinizi uzattığınızda ancak duyumsayabileceğiniz bir yerde. İçeride “ben” dediğiniz ise koca ama “akılcıl” bir yanılgı. Ben’e dayalı söz oyunlarıyla yarattığınız labirentte kaybolmaya mahkumsunuz bu bakımdan.

Dolayısıyla ancak dışarıda olanın hakikatiyle meşgale olarak kendinizin ne’liğine dair bir anlamı edinebilmek mümkün. Fenemenolojik, “kendi” deneyimleriniz “çok haklı” görünebilir, kendi içinde bir rasyonalitesi de olabilir ama bu “makul” olduğu anlamına gelmeyebilir. Yani Orhan babanın deyişi tümden yanlış: “(Büyük ihtimalle kendi hikayenle kısıtlanmışsan eğer) haklı değilsin, bence sen haklı filan değilsin”

Tura’nın önsözde bahsettiği bu bakımdan dikkate değer:

“Varlıkta bir ‘kıpı’ olan bizler ne de olsa uzun erimli bir başka hareketin parçası olarak zamandaki konumumuzu aldığımızı farkettiğimizde bu dünyaya atılmış çaresiz bir organizma olmadığımızı kavrarız.”