"L'Autre n'existe pas"
Bir süredir pek de kolay yazamıyorum. Yazmam da gerekmiyor zaten diyordum kendime. Şimdi buraya bu satırları karalamamın bir tek sebebi var: Dün yakın bir dostum birden umreye gideceğini söyledi. Söylediğine göre pek de turistik bir sebebi yoktu, herhalde Arabistan’ı gezmek niyetiyle gitmediği, “tövbe ediyorum” dediğinden anlaşılıyordu. Benden helallik istedi. Şaka olup olmadığını sordum. Şaka değil dedi. Hala inanamıyorum aslında. Bu dostum belki Tanrısız etiği her zaman tartışabildiğim en önemli aktörlerden biriydi, yol arkadaşımdı.
Ürperdim. Üzüldüm. Bu duyguyu çoğunuzun anlaması çok zor. Size “sevdiğim insan kansere yakalanmış olabilir” gibi birşey desem saçma bile gelecek, yüzde doksan oranında “din antipatisiyle” hatta düşmanlığıyla bile suçlanacağım. İnanın, umrumda değil nasıl gördüğünüz, nasıl baktığınız. Yok. Umrumda tabii ama hakikat elbette ki daha çok umrumda. Böylesi de özellikegünümüzde doğu toplumlarında pahalı birşey, evet. Hele bu konuda açıksanız. Herhanngi birine “Tanrıdan, bir büyük Ötekiden bağımsız bir etik ve duruş” çok önemli benim için, düşüncelerin oluşumunda da çok önemli deseniz “cool” görülmeyeceğiniz, hatta anlaşılmayacağınız kesin gibi. Sevdiğim dindar arkadaşların “Tolga sen Allah’a inanıyorsun, kesin öyle biliyorum ben” demelerini de hoşnutlukla karşılıyorum; kendi gözünde iyiliği Alah’a inanmakla eşliyor çünkü, o zaman böyle bir iltifata karşı gülümsemek dışında yapacak pek birşeyim yok. Artık Tanrının ölümünü ikame edecek bir Tanrı’ya inanmasınız bile “inanmış gibi yapmanız” beklenen bir şey sizden. Aksi halde tüm sempatiler kayıp gidebilir üzerinizden, şeytanlar tamtam dansları yapabilir karnınıza basarak.
Aslında eşim, akrabam, sıradan bir yakın arkadaşım olsaydı hiç umursamazdım zaten. Bir şeye inanmaya ihtiyacı olan insan gerçekten inanmalı kanımca. Çocukluğunuzdan beri sizi işgal eden bir parazite bağlı olduğunuzu düşünün; onun vücudunuzdan zart diye çekip alsalar, hayatınız son bile bulabilir. Bir Asyalı ya da Afrikalı laktoza bağışıklık geni na-mevcut olduğundan nasıl süt içemiyorsa, içse de krizler geçirip etrafa kusuyorsa; bir Çinli “Tanrısızlığı” hiç aklına bile getirmeden mutlu mesut yaşıyorken, Ortadoğulu ya da Amerikalı olarak sizin nevrozlarınız azabilir, suçlulukla kıvranıp, benliğinizi bile kaybedebilirsiniz. Bunun bilimsel, tarihsel sebepleri var.
Benim anlattığım insan başka. Hakikat yoldaşlığı çok başka bir şey. Bunu bilseniz, belki anlardınız beni.
Belki kimilerinin diyeceği gibi devrim bile bu topraklarda “Allahsız” yapılamaz. Özellikle Ortadoğunun bir kaderi olabiliir bu; evet devrimin sonuç olarak bir hikayeye ihtiyacı vardır, bir referans noktasına ve bu coğrafyada “bu noktayı Allah’la doldurmak”tan kolay ne var? Avama şirin görünmek, devrimci görünmek için bile gerek bu. Hikmet Kıvılcımlı’nın Eyüp konuşmasının bu derece övülmesi, İslami Asr-ı Saadet’in sosyalizmle eşleştirilmesi, sol teoloji yazılarının hızla pazarda çoğalması gibi bir sürü örnek Türkiye’de artık bu eğilimin iyice revaçta olduğunu kulağımıza fısıldayabilir belki.
Kendimi temize çekmiyorum. Bunun sorumlularından biri de benim. Özeleştiri yapmam gerektiği kesin. Sonuçta bir süredir bir tür yazı ve düşünce biçimi ile kafayı bozmuştum, benim Tanrı’m bir gidip bir geliyordu orada, onun varlık ve yokluğu üstüne düşünmek ve dillendirmek durumundaydım. Şu anda bunda cidden abarttığımı, yanlışlar yaptığımı düşünüyorum. Sebepleri var evet, şu anda söylemeye gerek olmayan bazı kişisel sebepler de var. Herşeyden önce büyük Ötekisiz eyleme geçebilme etiği kendine koskoca bir varoluşçu edebiyatı ve düşünceyi üzerine alıyordu kaçınılmaz olarak. Bu konular hakkında tefekkür eylemek, zikzaklar çizerek dini referanslar vermeyi de gerektiriyordu. Ya da İslam’ı doğru anlayabilmenin tek yolu “müslüman gibi olduğunu” hayal edebilmekti. Bahsettiğim arkadaşıma da demiştim: İslam tarihini anlamanın tek yolu, bir süreliğine onun bir parçasıymış gibi düşünerek olabilir, onun dışından değil.
Zira Tanrısız etik, esas olarak Tanrı yoktur demek de değil. Yokluktan ne anlıyoruz’a bağlı biraz da? Emin Reşah isimli müslüman blog yazarı bir defasında “müslümanı Allah haricinde herşeye ateist olan” olarak tanımlamıştı. Gayet hoş bir tanım. Aslında ateistin işi bunu sadece bir derece daha ileri götürmektir, tanım gereği “Allah da dahil herşeye ateist olmak”tır. Rasyonelist ateizm “bu şeylere ateist olmayı pek de dikkate almaz”, onun sürekli gevelediği yer Tanrı’nın varlığı / yokluğu üzerinedir. Varoluşçu ateist ise yeryüzünde tanrılaştırabilecek herşeye imansız olmak, düşünce ve eyleme yöntemine bunu temel alabilmek demektir. Başka bir deyimle: Varoluşçu ateist için rasyonalist ateist yeterince ateist değildir.
Matematikte bir kompleks sayının reel ve imajiner olmak üzere iki ayağı vardır; ve sayının şiddetine (ya da gücüne) her ikisinin de nesnel katkısı bulunur. Bir şey sırf imajiner, hayali diye “o yoktur” diyebilir miyiz? Mesela tüm nitelikleriyle eşit olan iki insan düşünelim, bunların tek farkı birinin İslam Tanrısına inanması diğerinin de inanmamaması olsun diyelim. Bu bile tek başına ikisi arasında muazzam bir fark yaratmıyor mu? Evet. En basitinden dindar olan sırf ona inandığından, sabah ne zaman kalkacağını bile ona göre ayarlıyor. Öyleyse hayali bile olsa Tanrı elbette vardır; hem de milyarlarca ve çeşit çeşit vardır. Burda “var” dediğimiz fiil farklı bir materyalist ontolojiyi gerektiriyor elbet. Dyelim daha yeni geliştirilen nesne-temelli ontoloji buna iyi bir aday olabilir: blogger ve felsefeci güzel insan Levi Bryant’a göre bir nesne başka bir nesne üzerinde fark yaratandır. Bu anlamda o nesne / obje “Harry Poter” da olsa, “Mc. Donald’s” da olsa “Allah” da olsa, “Yehova” da olsa vardır elbet. Tüm bunlar farklı nesneler, şeyler üzerinde koşullara bağlı olarak ayrı ayrı farklar yaratırlar.
Benim sembollik kimliğim de, diyelim Tolga ismiyle varlığım da böyle hayali değil midir aslında? Bundan ötürü eskiler, “hayatta sizi tanıyan son kişi ölene kadar yaşamaya devam edersiniz” derler. Çünkü ölseniz bile başkalarının hayatında fark yaratan “hayali” nesnesinizdir. Psikanalizde “ego” kendiniz hakkındaki bu imajiner hayalden başka nedir zaten?
Öyleyse hayali bir nesne reel düzlemde yoktur desek bile örneğin Lacan’ın tüm metinlerinde, seminerlerinde yaptığı gibi bolca dini gönderme yapılabilir ve yapılmalıdır da. (Artık bu yapılırken temkini elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum.) Hakiki Tanrısızlık ve materyalizm ancak dini ve tanrıyı kendi içinde tutarlı nesneler olarak ele alarak, toplumun yasalarını hakiki inceleme şansı bulabilir. Bu dediğime başta söylediğim bazı rasyonalist ateistlerin de kafası pek basmıyor ne yazık ki.
Seminerlerinde ve metinlerinde bolca dini referans kullanan Jacques Lacan, söylendiğine göre 1974 yılında Roma’da bir basın toplantısında kendisine “Din ve psikanaliz hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusu yöneltildiğinde, hemencecik “ya biri ya da diğeri” demiş. Bunun ardından gelen “O zaman savaşı kim kazanacak?” sorusunda ise affalamış, geriye çekilmiş ve “Din hiçbir zaman yenilmeyecek ve zafere ulaşacak. ” Biraz daha durakladıktan sonra da “psikanaliz için ise durum pek parlak değil, en iyi ihtimalle hayatta kalabilme savaşı verecek” diyivermiş.
Her neyse, ben Hakikat’e giden yolda yürüdüğüm yoldaşımı kaybedebilirim diye hala üzgünüm. Din’in geleceği konusunda ise Lacan kadar kötümser değilim, olmamak istiyorum. Umarım bana kötü bir şaka yapıyorsun sevgili arkadaşım.