türkan şoray'ın gözyaşları

biyolojide en ilgi çekici şeylerden biri benim için "bu kadar tavuk yediğimiz halde neden tavuk olmadığımız" olana dairdi. buna karşın nedense almanlara domuz diyen almancı ahalisi, bunun sebebini onların domuz yiyor oluşuna bağlayabiliyordu. almancıların biyoloji bilmemesi anlaşılabilirdi ama o bol ucuz kırmızı kartonlu fındıklı çikolataları buldukları memleketin vatandaşlarını böyle çağırmaları pek nankörceydi. genetiği değiştirilmiş her birimizin bir zaman biyolojiye ihtiyacı olmuştur ya biyoloji eğitimi şarttır, ondan alınacak nice nice dersler ve ibretler vardır. ergenlikte kılların çıkışı ve oranın buranın büyümesinden tutun andropoza dek olan türlü vakıalar hep bu disiplinin önemini bizlere bir kez daha hatırlatmak içindir. börtü böceğe değerli hocaefendinin duyduğu bu muhabbeti boşuna mı sanırsınız?

almancıların bu "domuz" tabiri ve getirdikleri kumbaraların illa ki domuz şeklinde olması ile birlikte biyoloji ve sosyoloji arasında zuhur eden bu yaman çelişki benim kafamı iyice allak bullak ediyor, farklı okyanuslara yelken açmadan bu işin içinden çıkamayacağıma dair alarm sesleri kulağımı çınlatıyordu. bu seslerden olacak, derhal gözlerimi cin gibi kocaman açıp kalkıyordum, neyse ki o zamanlar uykuya pek sığınmadığımdan, hemen kalkabiliyordum. en çok da turgut özal'ın neden çayımıza radyasyon kattığı garipsetiyordu beni. radyasyon da neydi lan? ondan da beter olan şuydu: sürmeli gözleriyle türkan şoray'a benzeyen şu üç çatallı kılıçlı, sakallı adam ve aslanları önünde dedem ne diye eğiliyordu? on iki imam kimdi ve neden çarpardı? diyelim sokakta bir erkekle yürüdü diye boksör kesilip halama ağır siklet girişen ve çenesini çıkartan dedem kadar şiddetli mi olurdu acaba çarpışı? çok şanslıydık: dedem zenci değildi, ve onu izlemek için gecenin köründe uyandırılmaya ve televizyona hacet yoktu.

derken, ilk politik eylemim ben üç buçuk yaşındayken vukuu buldu: kızkardeşimi kundakta bebekken sırf turgutçuğa benziyor diye yataktan aşağı atmıştım, zira tıpkı onun gibi yanakları ve karnı tombik tombikti, ve tıpkı onun gibi çayıma o telafuz etmekte zorlandığım zehirden katabilir ve beni ebeveynimin biricik sevgisinden yoksun bırakabilirdi. liberallere karşı hiç dinmeyen gıcıklığım bundan olabilir. halamdan süt emer emmez, sırf göğüsleri halamınki kadar büyük değil diye annemi terkeyleyip, sütten kesildiğimi söylesem şimdi, kim bilir nasıl kullanacaksınız bu bilgiyi. hemen öyle obsesif nevrotikliğe sokup, başıma freud kesilip, kurt adamcılık oynamayın, rica ederim. ki, kurt adama, ona pek tatlı yaklaşan evin güzel hizmetçilerine, ve anal erotizme saygıda kusur etmeyiz, haşa.

ne diyordum. hah işte politik çalkantılarla dolu seksenli yılları anlatıyordum size, ülkede ne oluyorsa hep bu radyasyondandı. o zamanlar en büyük hayalleri tanju çolak ve kıvırcık gullit'in birlikte oynayabilme ihtimalleri süslerdi. herkes portakaldı, herkes hollandalı. köle izavura diye hatun vardı, zenci bir köleye aşkını ve efendi babasına karşı çıkışını sevmiştik onun. türkan şoray'la hiç alakası olmayan ama gölgelerin gücü adına olunca aslana dönen titreğiyle he-man vardı sonra. anam ne zaman bir hinlik yapsam ceyar derdi bana. ama ne diyarbakır vardı evimizde, ne işkence, ne de bir sürü kitap. zira evdeki kazayla "olaylara" karışmış liseli halamın tüm masum kitapları yakılmıştı - bir tek içinde nerdeyse her sayfasında başka bir herif tarafından (unuttum adlarını neydi? ve hangi mevsimdi örgütlenen?) sürekli "bacım" geçen hatıra defterini saklayabilmiş halam. defteri okuyabilecek çağa geldiğimde, halamın babamdan başka abileri, dedemin başka karıları mı var diye şüphelenmeye başlamıştım. aman allahım!

when you ain't got no money

"A lot of people here say, what is the blues? I hear people saying, the blues, the blues, the blues. Well I tell you what the blues is, when you ain’t got no money – you got the blues. When you ain’t got no money to pay your house rent, you still got the blues. A lotta’ people holla’ bout’ the blues saying ‘I don’t like no blues’, but when you ain’t got no money and you can’t pay your house rent and can’t buy you no food, you damn sure got the blues... because you are thinking evil...anytime you're thinking evil, you are thinking about the blues"


gregor samsa bir sabah uyandığında

telefoncuya gidersiniz. istediğiniz telefon kartını ingilizce almanca karışık sözcüklerle anlatmaya çabalarsınız. telefoncu hintli nihayet derdiniz anlar, "hah şu tip karttan mı bahsediyorsun" der ve "evet" diye sevinmişken siz, adam kahkahalarla gülmeye başlar ve ardından şunu ekler: "ondan bugün kalmamış" ve o minik sevinç kursağınızda öylece kalır. bir müddet adamın gülüşü kafanızda yankılanır durur ya..işte birşey okuduğumda, dinlediğimde, izlediğimde ya da yazdığımda aradığım duygunun rengi tam da bu. hani saçmasapan bir şekilde bir adamın pisipisine eşekler cennetine göçmesi gibi.. diyelim yoldan geçerken "eminem" diye bağırarak korsan CD satmaya çalışan bir garibanın karşısına dikilen bir öküzün "emine benim anamın ismi lan. bir daha ağzına alma, aklını alırım" demesi ve ardından satıcının bir kez daha "eminem, eminem, yok satıyor" diye inatla haykırması sonucunda tek kurşunla yere devrilmesi ve mevta olması gibi.. bu gerçek hikayeyi duyduğumuzda nasıl gülmek arzusuyla kendimizden geçeriz.. işte heryerimizi kuşatan bu "abzürdlük"ün acaip çekici şeytani bir yanı var. böyle hikayeler işittiğimizde, kahkahadan kendimizi alamıyorsak, bu kötü kalpliliğimizden filan değil orası kesin ama neden? aksine ne kadar müstehcen ve sinik olursa olsun, aynı zamanda gayet sempatik ve muzır bir tarafı var tüm bu gülüşlerin. şeylerin banal aptallığıyla çepeçevre sarılmış, kırılgan ince bir dal üzerinde durduğumuzu hatırlattığından belki..