“kokla şair bu taşı gazze'den getirdimŞiirin başlığı : “orda bir savaş var içimde”. Okur okumaz bu öfke dolu mısralara çok öfkelendim. Oğuzcuğum Atay’a ve okurlarına laf etme densizliğinden mi, Camus’nün “felsefenin temel sorunudur” dediği intihara olan pişkin saldırısından mı, haklı yere bile olsa çocukların “adamlaştırılıp” öldürülmesine yaptığı güzellemeden mi, “adamlık” diyerek yarattığı fallik baskıdan mı, yoksa daha henüz Gazze’de kendisinin de bulunduğu Mavi Marmara gemisinde katledilenlerin ardından İsrail ağzıyla konuşan hoca olan efendisine “müslümanlar arasında fitne çıkmasın diye!” bir ses çıkarmamak gerektiğini yazdığında yukarıdaki “delikanlı!” sözcükleriyle pek çelişen riyakar şövalyeciliğinden mi... Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor bu mısralar, canınızı fena sıkıyor...
bu görmüş olduğun kurşun
filistin'in göğsünden çıktı
sen oğuz atay'da yüzerken
intihar yeyip intihar kusarken
bir çocuk adam gibi öldü.”
İşin doğrusu bir zamandır, dindarlar arasındaki cemaat-birey gerilimini de içine alan bir hikaye yazmak istiyordum; Mehmet Eroğlu’nun Fay Kırığı üçlemesinin Mehmet isimli ilk cildini okuyunca vazgeçesim geldi. Sol tandanslı yazarların Türkiye’de modernleşen, taşradan şehre inen dindarlığın resmini çizmeyi beceremediğini, bu kitap örneğinde olduğu gibi çizmeye kalkışınca da ortaya konulanın karikatürden pek öteye gidemediğini gördüm... Aksine dindar kesmin direkt içinden gelen Selçuk Orhan’ın 40 Hadis’inde yarattığı capcanlı karakterlerle Türkiye İslamcılarını yaklaşık 600 sayfada bu denli net ve lezzetli anlatabilmesi, benim aslında çok da yakından tanımadığım bir kesme “kasmak” yerine bizzat kendi içine girmeye çalışsam da girdiğim halde tam giremediğim, ancak bir ayrık otu olarak varolabildiğim Sol’un içinden derdimi anlatmamın benim için çok daha rahat olacağını düşündürdü.
Hangi meşrepten olursa olsun, bir insana birden fazlasını eklediğinizde Sartreian meşhur Öteki’nin cehennemliği gün yüzüne çıkıyor. Çünkü topluluk doğası gereği kendince sinsice bir süperego yaratıyor; ölüm, fedakarlık ve yücelik kutsanırken, topluluk kuralları dayatılırken, bireyin o topluluk içindeki farklılığı ayaklar altına alınıyor; içinde bulunduğumuz modernizmin postunun uzlaşamadığı Büyük Anlatı sorunu da bu noktayla ilintili olarak başlıyor... Albayrak’ın şiiri ve yukarıda linkini verdiğim köşe yazısı tam da o toplumsal ilişkinin, süperogoik şeytaniliğin baskıcı ayağına denk düşüyor. Zayıf olanı hiçe saymakla, korkuyu bastırmak dayılığıyla, kalın ve kaba çizgilerle, faşizmi de hatırlatan bir gazla kendini belli ediyor... Bunun acısı tarih boyunca ve bu ülkede ve başka ülkelerde çok çekildi, bu çelişki Dostoyevksi’nin Cinler’inden beri çok yazar tarafından kaleme alındı, iç savaş dönemlerinde ihanetle suçlanan çok insan kelle verdi...
...
Yazmak eylemini gereğinden faza kutsamak problemli, fazlaca problemli. Bu çekinceyi de hesaba katarak burada karaladıklarımla ilgili bir iki şeyi not düşmüş olayım. Yazı öyle birşey ki, bir noktadan sonra sizi tutuklu bırakıyor, bir eşik noktasından sonra kelimeleri dizişilindeki nizam kaybolmaya başlıyor, benim tecrübe ettiğim bu oldu en azından. Acemi bir gitarist bir parçayı notalarından çıkarıp, çalmaya başladıktan sonra, doğru zamanda doğru perdelere basar ve tembellik etmez de gitara sarılmaya devam ederse ortalama bir yetenekle, yerinde ve “mükemmel” sesler çıkarabilir. Yalnız o fazla yerliyerindelik bir noktadan sonra çalanı dahi rahatsız eder, insanın içindeki duyguyu yansıtırken kalın çizgilerle ayrılmış seslerin biraradalığından çıkmasıyla oluşan şey, onun aktarmak istediği hisle çelişmeye başlar. Asıl becermek istediğinin tam da o düzenliliği dikeylemesine kesecek bir gürültü olduğunun bilinçli ya da bilinçsizce farkına vardığında ise bir anda gitar çalmayı unutur, ya da unutmak ister. Gitarı yadsır. Aynı şekilde kelimeler de tüm şaşaasıyla başkasına, arkadaşına, çevresindeki insanlara yönelik dengeli bir ritmi tutturmaktan öteye gidemeyince, yazar bundan rahatsız olmaya başlar. Onun böyle bir dengeyi tutturmak ya da yazmak arzusunu bir ötekine yaslamak gibi bir derdi artık yoktur. Örneğin sırf bundan olsun, Flaubert gibi bu uğurda sevdiği bir kadını, Louise Coulet’i sırf yazısına engel olmasın diye reddedecek düzeye dahi gelebilir. Düştüğü darlığın kendisinden ancak kelimelerin kendilerini bir bir yadsıyarak açtığı ince ufak deliklerden nefes almaya çalışarak uzaklaşabilir. Bundan, “yazamamanın kendisini yazmak” gibi ziyadesiyle abzürd bir çabaya girebilir. Her ifade edildiğinde bir kelime sanki bir mucizenin tezahürü gibidir; ancak o kelime kalemden çıkar çıkmaz, onun aniden püskürttüğü sanılan mucizeden geriye kalan tatsız bir paçavra da olabilir. Tamam kabul, belki bahsettiğim bu sürecin kendisi, mucize ve hiçliğin bu denli içiçeliği ve fışkırma anında son bulmasıyla, fazlaca maskülen, eril bir mentaliteyi yansıtıyor... Ama benim kendi düzlemimde deneyimlediğim özce bu oldu, evrenselle ne denli kesişirim, bunu bilemem artık...
Buraya bir senedir mesela hiç görüntü ve ses koymamaya çalıştım. Sanal alemin içindeki bilindik multimedia veri kirliliği bir tarafa, yazı eğer doğacaksa yukarda bahsettiğim hiçlikten, bilinçli bir sağırlık ve körlükten doğmalıydı. Öznenin etrafındaki nesneleri deneyimlerken çektiği acı, sıyrılmadığı hüzün böylesi bir körlük ve sağırlıktan doğuyordu çünkü: Herbir şey ses dalgalarına, renklere ve uzama indirgenemeyecek kadar tekil olarak duyumsanacağından, yazıya eşlik edecek görüntü ve ses anlatılmak istenene en baştan ihanet etmek demek olurdu. Bir de yazılan asla ve direkt kişiliğimle ilintilenmedi, sadece dolaylı olarak... Yazdığınız eğer yaşadığınızın direkt bir aktarımından ibaret olursa, o sadece kötü bir kopyanın daha da kötü bir kopyası olabilir en fazla. Yazılansa aksine yukarıda demeye çalıştığım gibi o kopyanın kopyalığından dolayı hissedilen hüznün bir şekilde betimlenebilmesi için bir çırpınışın ürünü olduğunda makbûldür kanımca.
Tabii bu anlattığım aktarım şekli sadece yazıyla sınırlanamamalı... Yazının kendisi de bugünün çok satan ve genel okuyucunun hemen kendiyle özdeşleştirdiği çabucak tüketilebilen ürünleriyle karıştırılamayacaksa, sevgilinin sessizliği, meydanlara çıktığında dayak yiyip kolu kırılan genç, meydanlara çıkmaktan korkup son anda eyleme gitmeyen genç, cemaat ve kendi arasında kaybolmuş bir kadın, birşeye ya da birine tutunmak güdüsünden başka bir şey bilmeyen postmodern, Allah-öldü-ama-başka-bir-ilah-bulmam-lazım-lan diyen adamlar ve kadınlar, suçluluktan ve korkudan kendi imagosundan yarattığı ilahlarla boğuşanlar... Üretilen yazı, çizi, ses, görüntü böylesi örnekler üzerinden bir endişenin çığlığına şahit etmekten ve aslında sıkışılan cenderede bir nefesçik sigara tüttürmekten daha ötesi değil.
Dediklerimi geri alayım.
Artık bu bahsettiğim doğrultuda karalamak da çok anlamlı gelmiyor bana. Neden? Sanırım Kunta Kinte halihazırda varolan esmerliğine yeteri kadar Güneş ışığı bandırıp iyice karardı, kendini teslim ettiği boşluğun hülyasından uyandı, ve tercihen ilk kalkacak trene binip gittiği tatilden dönmek istiyor. Şehre, ülkesine, Gerçek’e yani ilk başladığı yere ve yüzleşmekten korktuğu yere. Kunta Kinte, tatil köyünü terkettiğinde eski güzel günlerde olduğu gibi Yılmaz Güney’de vücuda gelip Boğaz’da “bir gün benim olacaksın İstanbul” diye bağırmıyor. Kunta Kinte, genç bir Vedat Türkali olup “sen bize layıksın, biz de sana layığız” diye şehre ve kendine romantik övgüler yağdırmaktan da pek çekiniyor. Belki tüm bu esmer cümleler onun beyninde bir yerlerde dolanıp duruyor evet, geçmişi hem tutkularına hem de sancılarına ihanet etmeden sahiplense de, onun insan olmak yani eksik olmak durumuna galebe çalmasına izin vermeden, arada üstüne kara sinekler gibi tüneyen can sıkıntısına eyvallah diyerek, bir iki dostuna ve çok sevdiği prensesine de sarılmak için olsun dönecek başladığı yere. Sırf bu yüzden işte.