uçuş bilinci

ben kaçıyorum.

bir dal uğurluyor çıplak kalmış baharda. kelimelerin rezilliğine sığınıp da... ilk günlerin çekincesini, yalnızlığını bilip de atıyorum yola. damağıma yapışmış yabancı diyarlardan kalmış küfürler... ve yabancı yüzlerin arasında heceleri karışmış yarım yamalak merhabalarımla kaçıyorum. boğazımda bir melodi, bir ıslıklasam kazılacak zihnime. kafatasım yuvasından çıkıp, bana bakacak, övünecek kendiyle.

inanıyor musunuz? akti takdirde, bakınız ansiklopedinin k harfli ciltine, resmen ve legalime dönüp bakmadan kaçıyorum. palyaçolara mendil sallamaya gidiyorum. en zehirli yüzleri içimde taşıyıp, ölmek mevsimine de kontenjanımdan hususi bir yer ayırmak gururuyla, gönüllü bir amele gibi sınıf bilinciyle kaçıyorum.

evime kaçıyorum. hiç çıkmadığım kendime.

his

şimdi ellerimi klavyeye dokunduruyorum ya. az sonra söyleyeceklerimi ben bile bilmiyorum. belki birkaç saçma sözcük çıkacak ağzımdan ve ben bunu bitlere döktükten sonra sanal ortama aktaracağım. anlamsız bir söz yığını olacak. ama neden ille de bir şey demek istediğimi ben bile bilmeyeceğim. içeriksiz bir form'a katılmak, onda ölmek, yokolmak, erimek hissinin nereden kaynaklandığı hiç bilmeyeceğim. bilmek de istemiyorum doğrusu...

az önce eve doğru yürürken ellerimi çeşit çeşit ağaçların dallarına, yapraklarına dokundurduğumu söylesem inanır mısınız? bir deli olduğum anlamına gelebilir bu, ya da sırf bir takım saçma anılar olsun da ne olursa olsun delisi, o denli boş bir adam olduğum gibi bir çıkarımda da bulunabilirsiniz. hakkınızdır. sadece sırf bu dokunmalar sayesinde, her tür ağaçtan aldığım hissiyatın farklı, bazılarının sert, dikenli ve acı verici olduğu, bazılarının yumuşacık ve sarı renkli yapraklara sahip olduğu ve daha da önemlisi benim bunun idrakında olmamın tek yolunun onlara dokunmaktan geçtiğiminin farkında olmam...

şu son elli günün büyük çoğunluğunda çok şeyden uzak durdum. çok sevdiğim sigaramdan, puromdan, içkiden, saçma sapan arkadaşlardan, uzak durmam gereken herkesten ve herşeyden. onların bazılarını dehşetle istedim gerçi, ve içki içilen mekanlarda neden içmediğimi anlatmak zorunda kaldım... "dine döndüm" diyip güldüm çoğu kez. dinden çıktım mı ki döneyim sanki? en çok kafama çakan da bu oldu zaten.

herşeyden ve gereksiz herşeyden. kendimden bile. kendimin en çok düşündüğünden, düşlediğimden, tasalandığımdan bile. suçluluklarımdan, sapkınca tutulduklarımdan, hepsinden uzak kalmak gibi bir dürtü doğdu içime. sebebini kelama dökmek öyle zor ki...

sanırım zor olmasının sebeplerinden biri de artık sözcüklerime, yazıda filan da değil günlük hayattaki sözcüklerime kendim dahil kimseyi inandıramıyor olmam olabilir. öyle sahte ve hissiyatsızdı ki sözcüklerim. yalanlar yalanları kovaladı, sırf birilerinin sevgisine erişebilirim, belki mucizeler olabilir umuduyla hissettiklerimi dışarı çıkarmaktan korkar oldum... mucizeler olur mu?

sonra korkuların hakimiyetinde hiçbir şeyin, süslü sözcüklerin, süslü gülümsemelerin aslında bir hiç olduğu dank etti kafamda. ama yine de bu "dank" kendimi buna kendimi inandırmaya yetmedi. öyle zor ki, kafanızdaki damarlardan sizi emen virüslerden kurtulmak... sadece irade değil, koskoca bir kuvvet de gerekli bunun için.

şimdi öylesine sarhoş bakabiliyorum ki... otuz yaşa yaklaşmam bile koymuyor bana... bu vesileyle yılın en taşşaklı blog cümleler dizisini sizlere duyurmaktan gurur duyarım: "kelimeleri iyi izleyin. sonra insanların bu kelimeleri aktarırkenki dudak hareketlerini. konuşurken elleriyle idare ediş şekillerini. gözlerini, izlediklerini, iyi izleyin. gözlerindeki korkuya iyice bakın. insanlarin birçoğu çok zavallı ve zavallı ve zavallı. ve kandırılmış. ve masum. ve hala bize birşeyler söylemeye çalışıyorlar. çok korktuklarını. içerde çığlık çığlığa olduklarını. delileştiklerini. yabancılaştıklarını. ve bunları, nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama tamamen farklı şekillerde söyleyebiliyorlar. bir sürü gereksiz, konuşmuş olmak için uydurulan muhabbetler ile. sessizlik korkuya işaret edebilir zira her an. bizi korkumuzla yüzleştirebilir hakikaten. gözlerindeki korkuyu saklamak için ne kadar uğraştıklarını bilemezsiniz. korkularını yenmek için ya da onları tanımak için bu kadar uğraşsalar kuşkusuz daha başarılı olurlardı. afedersiniz ama, sizlerden çok sıkıldım. kendimi feda ediyorum ve artık korkularıyla yüzleşemeyenlerle yüzleşmek istemiyorum. zavallılığınız bana bulaşıyor, kendimi birden çaresiz hissetmeye başlıyorum. sizlerden birine dönüşmeyi reddediyorum. siz de reddedin. siz diye hitap ettigim kitle, hasssiktirin diyoruz. mutsuzluğunuzun asıl sebebini görmedikçe ve kabul etmedikçe mutlu olmaya hakkınız yok. hassiktirin diyorum."

bu dehşet satırlardaki "mutluluk" sözcüğü benim için çok fazla, ondan son cümleleri hayatta sarfetmezdim belki ama sarfeden yazar arkadaşa selam olsun!

ah


"bu şehrin en cool insanıyla dün gece tanıştım. ama bil bakalım ne oldu? yarın berlin'e taşınıyormuş, god damn it! " dedi. bunu dediği anda yüzümü nasıl dökmüşsem artık, kireç gibi filan oldu mübarek. anlayamadım, ne diye böyle yaptım. çocuk muyum ben? kendimi bir halt mı zannediyorum?

işte aradan geçen birkaç milisaniyede yüzümün renginin değişimine engel olamayınca, bendeki renk atışının farkına varmış olacak ki, bir de "pardon pardon. bu şehrin en cool insanı olabilecekti belki o. ama senin varlığını hesaba katmayı unutmuşum" diye eklemez mi sonra allahsız kitapsız? ve bu gelen cümlelerin hemen ardından, yine taş çatlasa bir iki saniye sonra, yüzümde bu sefer ani bir tersinir değişim vukuu buldu elbet sayın seyirciler. sırıtık bir ifade kondurdum yani, tüm ekşiliğim tuzla buz oldu, anasını satayım. utan ulan utan! allahım neden? çocuk muyum ben, iki cümlecikle ruh halim türevi alınamayacak değişimler geçiriyor ve ben bunun dışa yansımasına engel bile olamıyorum! çocuk muyum ulan ben? söylesene!

ardından "görüyorsun togliatti, neredeyse senin kadar cool olabilecek insanlar bile var, şaşırtıcı değil mi?" diyince "evet gerçekten inanılmaz" diye karşılık verdim ben de, sırıtmaya devam ederek.